23 Aralık 2012 Pazar

Benzersiz

Ölüm Kapısı serisinde yardırmaya, derslerime rağmen kitapları okumaya devam ediyorum. Daha önce okuduğum dördüncü kitabı şimdilerde bir kez daha okuyorum. Weis ve Hickman bu kitapla ilk üç kitabı geride bırakmışlar, benzersiz bir hikâye yaratmışlar. Hikâyedeki “Benzersiz” kavramı da çok hoştu, paylaşmak istedim:

Cücelerin, elflerin ve insanların hepsi Benzersiz'e, bizi bu dünyaya getiren, biz buradayken bize göz kulak olan ve burayı terk ettiğimiz zaman bize kucak açan büyük bir güce inanır. Ama her ırkın Benzersiz hakkında farklı bir görüşü vardır.

Temel cüce inancına göre, tüm cüceler Benzersiz'de ve Benzersiz her cücenin içindedir. Bu yüzden tek cüceye gelen zarar tüm cücelere ve aynı zamanda Benzersiz'e gelmiş sayılır –bir cücenin asla bilinçli olarak başka bir cüceyi öldürmemesi, kandırmaması ya da dolandırmamasının sebebi budur. Benzersiz tüm yaşayanlarla ilgilenir (ama bazı ihtiyar dedeler hala Benzersiz'in cüceleri sevdiğini, insanlarla elflere yalnızca tahammül ettiğine inanır).

İnsanlar Benzersiz'in her şeye hükmettiğine, ama -her kabile reisi gibi- Benzersiz'in önerilere açık olduğuna inanır. Sonuç olarak insanlar talepleri ve istekleri konusunda durmaksızın Benzersiz'in başının etini yemektedir. İnsanlar aynı zamanda, Benzersiz'in vakarına yakışmayan bazı işgücü gerektiren görevleri yerine getiren astları olduğuna inanır. (Bu kavram o kadar insancadır ki!)

Elflerin Benzersiz görüşü çok daha rahattır. Onların bakış açıcına göre, Benzersiz bir patlama ile her şeyi başlatmıştır ve şimdi tembel tembel oturmuş, her şeyin gelişmesini izlemektedir -Sabia'nın çocukken oynadığı parlak, renkli, dönüp duran oyuncakları izlemesi gibi.

20 Aralık 2012 Perşembe

Fantastik Kurgu 2 - Ölüm Kapısı

Kalın elenip seyrek dokunmuş evrenler ve büyüler…

Soluk kesici bir hikâye! Benzersiz bir anlatım! Her sayfada heyecan ve aksiyon! Bolca hareket, bereket, hırs! İşte bunların hiçbiri yok “Ölüm Kapısı Serisi”nde… Bu roman serisinin üzerine söylenebilecek çok şey yok. Sadece ilerliyor, yumuşak bir ilerleyiş bu. Merak ögesi var hikâyede. Olayları akıtan da bu… Her kitap bir soruyla başlıyor, yazıya aktarılmak zorunda değil ama aradığımız bir şey ya da yerine getirilmesi gereken bir görev var. Kahramanın kendine amaç edindiği bir şey belki de… Ve peşinden beni de sürüklüyor.

Uzun, çok uzun bir zaman önce ve çok uzun bir zaman sonra okuduğum enfes serilerden biri Ölüm Kapısı Serisi. Serinin dördüncü kitabını ilkokulda okumuştum, bir arkadaşımın hediyesiydi, ilk üçüne sahip olmayan biri için garip bir hediyeydi. Hacettepe Nöroanatomi komitesinin başından ortasına kadar ilk üç kitabı da tamamlamış bulunmaktayım. Mutluyum. Sırada dört var ama önce sınavın bitmesini bekleyeceğim sanırım.

Olay örgüsünün güzel iplikleri dışında seriyi çok kıymetli yapan bir şey daha var benim gözümde: Zayıfın aslında güçlü oluşu mu? Hayır, bu değil. Kurulan evrenlerin göz kamaştırıcı, benzersiz dizaynı mı? Bu da değil. Büyüleri çok iyi açıklaması, sağlam bir temele oturtması mı? Bu hiç değil. (Büyüyle ilgili bu yorumu forum sitelerinde gördüm işittim, kitap en çok bu özelliğiyle tanınıyor ama gel gör ki bu seride de açıklanamayan bazı şeyler var.) Ustaya saygısı mı? İşte bu!

-Benim performansım için hiçbir şey söylemedin: “Kaçın, sizi aptallar!” Oldukça iyi oynadım bence.
-Gandalf daha iyi söylemişti.
-Gandalf! Ne demek, daha iyi söyledi?
-Cümleye daha derin bir anlam, daha büyük bir duygusal güç verdi.
-Eh, elbette duygusal gücü vardı! Eteklerine yapışan bir Balrog'u vardı! Ben bile hislenirdim o zaman!

Tolkien’in ölümsüz eseri ölüm kapısından geçirilip “Pryan” dünyasına getirilmiş. İyi yapılmış. Bir saygı duruşu gibi olmuş. Zifnab’a çok daha hisli olduğunu söyleyebilirdi ejder ya da Zifnab daha iyi olduğunu iddia edebilirdi. Ama herhangi bir konuda nasıl yarışabilir ki Tolkien’in Gandalf’ıyla?

14 Aralık 2012 Cuma

Fantastik Kurgu 1 - Zaman Çarkı

Sanattan nasibini almamış cıvatalar ve dişliler…

Uzun süredir kitap okumamıştım. Böyle söylerken sadece kültür aşılayacak tarzdakilerden, romanlardan, hikâyelerden söz etmiyorum. Tıp fakültesindeyim ama yakın zamanda anatomi atlası dışında bir kitap almadım elime. Herkes gibi oldum biraz, derste anlatılanlarla yetiniyorum, kendimi geliştirmek için kaynak kitaplara baktığım yok. Tekdüzelik moralimi bozuyor bozmasına ama derse, henüz çalışmadıklarıma harcayacağım gayreti kaynak kitabın 50şer 70er sayfalık bölümlerine ayıramam. İçime sinmezdi böylesi. Yetiştiremezdim konuları, sınıfta kalırdım, hala kalabilirim.

Öte yandan bu aralar zamanımı başka tür bir kitaba ayırabiliyorum: Ölüm Kapısı Serisi. Fantastik kurgu tarzında bir kitap serisi…

Okurken, yazarları merak edip araştırdıktan sonra üzülerek bir şey fark ettim fantastik kurguyla ilgili: Modern dünyadaki fantastik kurgu serilerinin yazarları, bu tür başka bir sürü kitap yazmışlar. Roman, bir şeyler yazmak, sanat olmaktan çıkıp endüstriye, mesleğe dönüşmüş onlar için. Her meslek dalında olduğu gibi bunda da işi iyi bilenler var. Büyük insan oldukları söylenemez, hayır ama iyi iş çıkarıyorlar, mesleklerini layığıyla yerine getiriyorlar. Benim gibi sığ, kültür fakiri insanları nasıl etkileyebileceklerini iyi biliyorlar.

Fantastik kurgu böyledir biraz. Edebi açıdan pek bir şey katmaz okuyucuya. Makineden çıkar ürünler. Fantastik kurgu yazarları içinde, başlangıçta Tolkien’e özenmişler olabilir ama kimse bir Tolkien değildir.*

Fotoğrafçılık gibi fantastik kurgunun da sanat olmadığını iddia ediyorum. Yazı dilinde sanat herkesin içinde olan, hatta tam o satırlardaki gibi olan ama o satırlardaki gibi anlatmayı asla başaramayacakları şeylerdir biraz da.

Savımı -fantastik kurgucuların sanatçı değil zanaatkâr olduğu savımı- destekleyecek çarpıcı örneklerden biridir şu: Yazarı, (Robert Jordan) Zaman Çarkı Serisi’ne ömrünü verdi. Seriyi bitiremeden hayatını kaybetti. Serinin takipçilerini hayal kırıklığına uğratmak istememiş patronlar, yerini bir başkası (Brandon Sanderson) aldı. İlk yazarın notlarından yararlanarak bitirecek seriyi. Ölü adama ait seriye devam edilmesi mi yoksa seriyi okuyan insanların kapağa bakmadıkları sürece yazarları ayırt edemeyecek olması mı üzücü? Bilmiyorum. Söylediğim gibi: Fantastik kurgu kitapları, makineden çıkmış ürünlere benziyorlar. Bir makine bozulup da işlev yapamaz hale geldiğinde bir başka makine, aynı işlevi yerine getirebiliyor.

Öte yandan elimdeki makine ürünü de olsa beni tatmin ediyor. Çünkü ben bir okur değil, müşteriyim. Olmayan bir dünyaya dair bir şeyler okumak, evrendeki sonsuz esneklik, canın sıkıldığı ya da işlerin içinden çıkamadığın anda “Evet bir çıkış yolu var. Ama ancak çok tehlikeli ‘Zindan’ büyüsünü yaparak buradan kurtulabiliriz.”ler ve kahramanın o büyüyü yapmayı başarması… Bunlar okuyanların (okurların değil) hoşuna gidiyor sanırım. Yeni şeyler görmek ve sürpriz ögesi şimdiki televizyon dizilerini de ayakta tutan şey değil mi zaten?

* Tolkien’i özel yapan, diğer her büyük ustayı özel yapan şeyle aynı: Kitabının başının uzun cümleler, uzun uzun betimlemelerle benimkiler gibi eğitimsiz, kültürsüz gözlere sıkıcı gelmesi. Nihayetinde demem o ki: Adam edebiyat yapmış ki sıkıyor.

13 Aralık 2012 Perşembe

Modern İnsan ve Gülmek

Modern insana özgü üç nitelik vardır ki bunlar ilk insanlarda bile yoktu: Mizah, karizma algısı, hayal gücü. Mizah dışındakileri doğru anladığımdan emin değilim ama o, garanti var bu üçlü içinde. Mizah ilginç bir şey; gelişmişlik gerektirir, zekâ gerektirir. Ve gülmek… Bu da sadece insanlara özgü bir tepkidir. Hayvanlar da, özellikle şempanzeler, gülmeye benzer bir hareket yaparlar belki ama tepki değildir bu, pasif bir harekettir onlar için.

Bazı hayvan türlerinde ve insanlarda kadının, erkeğini yiyerek öldürmesi sıradan bir durumdur. İnsanlarda biraz farklıdır gerçi, kadın erkeğin sadece başının etini yer, kalanına erken ve acılı bir ölüm bırakır. Şaka yapıyorum: Mizah insana özgü bir niteliktir, demiştim. Kendi türünden olanları sebepsiz yere öldürmek de öyle. Kendi türünden olanı bile bile ölüme göndermek de… Her sürü, bölgesini savunacak ya da bölgesini genişletmeye çalışacaktır ama başka çıkarlar için, zevk için, ün için, şöhret için savaş çıkaracak insandan başka canlı yoktur. Türünden birine kin duyan bir başka canlı türü söyleyin bana.

Gülmek… Gülmek de sadece insanlara özgü bir tepkiydi. Ne olursa olsun gülüp geçmek bazı şeylere… Sizler de gülün ama geçmeyin. Durun, bekleyin, düşünün. İnsan olduğunuzu ispatlayın evrene, daha iyi olduğunuzu ispatlayın ve gülün, gülümseyin. Dilerim hepiniz mutlu olun.

24 Kasım 2012 Cumartesi

Sorularımı Beğendiniz mi?

Bence öğretmen, sınavda olduğu gibi, sınavdan sonra da yukarıdaki gibi bir soru sorabilmeli öğrencilerine. Soru yazarken emek harcamalı, estetik ya da başka türlü kaygıları olmalı.

1 – Ayşe Teyze’nin bahçesinde üç evcil hayvanı var. İsimleri Ateş, Su ve Tahta… Ateş sıcakkanlı, Su soğukkanlı hayvanlar. Tahta ise aslında bir odun parçası ama Ayşe Teyze uzağı iyi göremediği için onun da hayvan olduğunu zannediyor.
     a. Sıcakkanlı ve soğukkanlı canlıların farklarını yazınız.
     b. Ayşe Teyze’nin gözlerindeki rahatsızlık nedir?

2 – Bir çocuk çıplak ayakla gezerken bir cam parçası başparmağının kenarını kesiyor. Kanamayı durdurmak için hangi bölgeye baskı yapılmalıdır?

3 – Bir genç sokak kavgasında ön kolundan bıçaklanıyor. Bıçak, bileğinin kenarına, anatomik enfiye çukuru adındaki yapının dış duvarına saplanıyor. Hasta hangi hareketi yapmakta zorluk çeker?

İlki liseden, sonrakiler üniversiteden iki soru… Böyle sorular görünce insanın sınava giresi geliyor. Böyle öğretmenlere sahip olmak büyük şans… Biz sorular sorulduktan sonra, onlar sorular sorulmadan önce… Emek ve çabanın karşılıklı olduğunu bilmek güzel…

Ama kasların yapıştıkları yüzeyler, yüzeysel sinirler gibi çok mekanik ve ayrıntı soran hocalarımız da var. Anlatırken 20 saniye bile ayırmadığı konuya soru yazan profesörler… Sağ olsunlar, notlarım dibi gördü sayelerinde. Sağlık olsun.

Beklenen doğru cevap oranı %10-20 olan sorular yazan ya da sorularını sınavdan önce verip sadece sayıları değiştiren, güne sıcak bir gülümsemeyle başlayan ya da ciddiyetini koruyup somurtan ama sabırla da konuyu kavratmaya çalışan, iyisiyle, daha iyisiyle tüm öğretmenlerin öğretmenler günü kutlu olsun.

Not: Öğretmenlerimden biri son dersinde, sunumundaki ilk slaytta yabancı karakterleri Türkçeleriyle değiştiren sesli bir animasyon kullanmıştı. İsmini yabancı karakterlerle yazması garip geliyordu, bunla ilgili bir yazı da yazmıştım tumblrda. O yazımı okuduğuna inanıyorum, o yazıya karşılık yaptıysa -bununla alakası yoktuysa bile- güzel bir jest oldu.

20 Kasım 2012 Salı

Herkes Yanlış Bir Tek Ben Doğruyum

Bu benim hayat felsefem… Egoistçe bir düşünce, kendini beğenmişlikte son nokta belki ama diğer seçeneği düşündükçe… Zaten başıma ne geldiyse diğer seçeneği düşünmelerden geldi. Eğer Hacettepe olmazsa Cerrahpaşa’ya gidecektim çünkü. Tıp olmasa mühendis olacaktım, hayat kurtaramayacaktım.

Bence herkes yanlış, bir tek ben doğruyum. Çevrede gözlemlediğim kadarıyla çoğu insan şu şekilde düşünüyor: “Kim ne diyorsa öyle olsun, yeter ki ben elimi taşın altına koymayayım; bana bulaşan, laf eden olmasın.” Bu yüzden bir konu hakkında ilk belirtilen fikir, bir pozisyona gelen ilk kişi, mevcut sistem hep baki kalıyor. İnsanlar, özellikle kalabalık olduklarında en temel haklarından, inanmama özgürlüklerinden feragat ediyorlar. Onları anlayamıyorum. Onlara inanamıyorum. En azından sınırlı bir çevrede, benim çevremde, insanlara eleştirel bir bakış açısı kazandırabilmeyi isterdim.

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi… Fonetik bir güzelliği yok, kabul ama havalı bir isim… Bu okula gelirken büyük hayallerim vardı. İstanbul’daki okulların bana veremeyeceği bir şey. Ne olduğunu bilmiyorum, beyinlerde fazladan birkaç kıvrım belki; daha çok mantık, daha az gelenek… Ama geleneksel olarak gelenekçiyiz, geleneksel olarak tembeliz, geleneksel olarak düşünmeyi sevmiyoruz. Geleneksel olarak “Coitus” sözünün anlamını sorduktan sonra “Cinsel birleşme” cevabını alınca utanıp, özür dileyen insanlarız. Biz gerçekten gelişememişiz, olmamış, bir yanımız eksik kalmış.

Etrafımda düşünen, itiraz eden insanlar istiyorum. Mevcut hâkim görüş benimkinden farklı olduğu için değil kendi aklından geçenler, kendi düşünceleri benimkilerden farklı olduğu için itiraz eden insanlar istiyorum. Gerekirse benimkine zıt olsun ama kendi düşünceleri olsun insanların. Bana “Bu haliyle fena değil zaten, değiştirmeye gerek yok.” denmesi o kadar rahatsız edici ki…

Okulumda eleştirel düşüncenin gelişemediğine en güzel örnek geçen günkü makale saatindeydi. Makaleyi sunan arkadaş birinci sınıfta tam 4 makale sunmuş! Uzun uzun anlatamıyorum ama “Eleştiriler ve Tartışma” kısmı tam bir fiyaskoydu. Sayılardaki tutarsızlığı görmeyip, tabloları incelemeyip, konu hakkında fikir yürütmeyip sadece “Eleştiri ve Tartışma” diye bir başlık var diye bir iki çift laf etti. Berbat etti.

Herkes yanlış, bir tek ben doğruyum. Bir başkası doğru olduğuna inandığım şeyi yapmayacaksa ben yaparım. Amfi temsilcisi dangalağın tekiyse bir başkasının öne atılmasını beklemem, ben aday olurum. Kaybederim, kaybedeyim. Şans aptalların yüzüne yalnızca bir kez güler. Evet, benim yüzüme o kadar bile gülmedi. Ama ne bileyim, belki bir gün kafamı kullanmak, girişken olmak bir işlere yarar ve bir daha asla sırtım yere gelmez. Bir şeyleri değiştirmeye çalışmasaydım kendim gibi hissedemezdim. Millet bana hırslı diyor, ben “inandığım şeyi yaptığımı” söylüyorum, insanlar bir tek buna inanmıyor.

Bir başka yerden bitmenin de dediği gibi: Dünya kötülerin şiddeti değil, iyilerin sessizliği yüzünden acı çekiyor. Dünya kötü bir yer haline gelsin istemiyorum. O yüzden susmuyorum. Mevlana'nın aksine… Sesimi çıkarmam asaletimdendir. Her söze verecek bir cevabım yok ama olduğunda da lafımı esirgemem.

17 Ekim 2012 Çarşamba

Maske

Bu gözlük, gözler, burun, ağız bir maskedir aslında. Bu maskenin altında et ve kemik, onun içinde sinirler, onların sinyallerinde fikirler, onların arkalarında hayaller, onların sağında solunda genelde hüzün ve öfke var. Bu maskenin ardında bir fikir var ve fikirlere kurşun işlemez. Hayallerse havadan bile nem kaparlar, bir su birikintisi içine düşmelerine bile gerek yoktur. Hüzün… Hüzün gözyaşları yeterlidir hayalleri ıslatmaya, küflendirmeye, çürütmeye, öldürmeye. Hayaller olmadıktan sonra fikirler neye yaslanacak ki? Salya sümüklü cıvık bir hüzne mi? Alevli yakıcı bir öfkeye mi? Nefrete mi? İntikama mı?

6 Ekim 2012 Cumartesi

Göz Kamaştırıcı Güneşi Fark Edemeyen Kör İnsan

Nobel ödüllü bir bilim adamı, Craig C. Mello ziyaret etti okulumuzu ve hoş bir konuşma yaptı, bilimsel keşfini tanıttı dün. 40 kadar liseli, birçok tıp öğrencisi ve Hacettepe profesörleri de dikkatle dinledi onu. Evet, Hacettepe insanlarını anlıyorum ama gelip de salona yerleşen o 40 liseliyi ben de çözebilmiş değilim. Birinci sınıfların bile zar zor anladığı terimler ve yabancı bir dil varken sırf “Ünlü biri ziyaret etti ülkemizi, görsün çocuklar!” düşüncesiyle mi getirilmişlerdi acaba? Bilmiyorum.

Hayvan hücresinin kendisine ait olan genetik materyal ile kendisine ait olmayanı ayırt etmesini sağlayan mekanizmayı bulmuş Profesör Mello ve çalışma arkadaşı. Bana çok da müthiş bir buluşmuş gibi görünmedi; tıbba nasıl bir katkıda bulunulur bu buluşla, henüz algılayamadığımdan olmalı.

Onun ardından kürsüye Türk bir bilim adamı çıktı. Yurtdışındaki kendi laboratuvarında çalışma arkadaşlarıyla beraber keşfettiği şey, eğer anlattıklarının hepsi doğruysa, Nobel ödüllününkinden çok daha büyük ve çığır açıcı, yararlı bir şey… Ama Türk profesörün pek dinleyicisi olmadı, salon boşaldı, insanlar dağıldı. Çünkü bir Nobel ödülü yoktu, ilgiyi hak etmiyordu. (!)

Konuşmalar sona erdiğinde üniversite, konuşmacılara hediyelerini takdim etti ve salonda kalan az sayıda öğrenci de bir bir Mello’nun yanına seğirtmeye başladı. Ellerinde not defterleriyle Nobel ödüllü birinin imzasını alma çabası…

İnsanlar dandik bir Nobel ödülünü diyabetin çözümünden daha değerli görüyorlar. İnsanlar kıymetsiz bir not defterinin üzerine bir insan tarafından bırakılmış kara lekeyi, o insanın elini sıkmaktan, konuşmasını dinlemekten daha değerli görüyorlar. İnsanların gözleri maddi olan şeylerle kör olmuş vaziyette… Ne zaman anlayacağız manevi olanın kıymetini? Ne zaman, açılacak gözlerimiz? Ne zaman gerçekten parlak bir şey gördüğümüzde kamaşacak o gözler ve takdir edeceğiz? Ne zaman?


4 Ekim 2012 Perşembe

Reklam

http://suskungeveze.tumblr.com/post/33503817782/hayir
http://suskungeveze.tumblr.com/post/33503097295/dunyadan-daha-az-cekindikce-kendimden-daha-cok
http://suskungeveze.tumblr.com/post/32889767738/kopuyorum
http://suskungeveze.tumblr.com/post/32604446052/sakla-zaman-denize-at-bal-k-bilmem-beyim-bilir
http://suskungeveze.tumblr.com/post/31791351155/anatomi-asla-sadece-anatomi-degildir

Böyle bir şeyler de var buralarda. Reklam olsun diye koyuyorum tabi ki, öncelikli amaç bu. Bu arada niye iki farklı blogum var, yazılarımı neye göre pay ediyorum emin değilim.

İyi Bir Lider

Hiçbir zaman iyi bir lider olmadım. Kendimi bile yönetemiyorum ben, lider olmak benim neyime? Ama bu, iyi bir liderin karakteri, nitelikleriyle ilgili fikir yürütemeyeceğim anlamına gelmez, gelmemeli. Benim de bir ütopyam var.

İyi bir lider konuşmalı. Susmamalı. “Dilsiz lider olmaz!” demek değil bu. “Derdini anlatmaktan aciz, tartışmalarda hep boyun eğen, kendisine sert çıkıldığında arkasını dönüp giden bir lider olmaz.” demek istiyorum. Lider dediğin bir şey talep ettikten sonra başını eğip, yerdeki fayansları, parkeleri saymamalı. İstediği şey için savaşabilmeli.

İyi bir lider sadece konuşmamalı. Ah… En kötüsü de budur ya zaten. Çoğumuz kahverengi gözlüyüz, renkli gözlere nasıl da hasretiz. Gözlerimiz boyanmaya müsait… Sadece konuşan, güzel de konuşan ama iş yapmayan birileri hep olur ortalıkta. Hatta elini taşın altına sokmasa da konuşarak koca bir kayayı tek başına sırtlamış gibi davrananlar da var. Ben mi çok zekiyim de fazla bariz görünüyor yoksa ben mi çok aptalım da o insanların gerçekten işe yarar olduklarını göremiyorum, bilmiyorum: Böyle insanlara saygı duyuluyor genelde.

Taraflı olmamalı bir lider… Kendinden taraf bile olmamalı. Tarafsız kalmayı öğrenmiş olup olaylara objektif bakabilmeli. Devir “Süt beyazdır.” dedikten sonra sırf çıkarlar için “Patlıcan da beyazdır.” deme devri. Patlıcan karaysa ona beyaz demeyebilmeli iyi bir lider. İnatçı olmalı ama kaz kafalı olmamalı, öküz olmamalı. Ona saygı duyuyorsa bana da saygı duymalı, herkese saygılı olmalı.

Bir topluluğun çoğunluğunun iradesini tamamen yansıtabilen bir lider nasıl olurdu? Topluluğun %60’ı ne isterse tam olarak onu yapan; topluluk adına gaddar, topluluk adına cellat olabilen bir lider? Kötü olurdu. Lider dediğin yönetmeyi, idare etmeyi bilecek…

Başta söylediğim gibi, kendimi bile yönetemiyorum ben. Ama diyelim ki bir pantomim sanatçısı, bir saray soytarısı ve bir boğa yöneticilik için aday oldular. O gün geldiğinde oy pusulanıza benim adımı yazın.

30 Eylül 2012 Pazar

Her Şeyin Kalbi

Beynim nur topu gibi bir hayal doğurdu. O kadar iyi niyetli, o kadar saftım; o kadar çocuktum, o kadar bendim ki! Kendimle, kalbimle besledim o hayali. Çırılçıplaktı, üşümesin istedim; en yakın arkadaşlarımdan, en güzellerinden birinin bedenini giydirdim o hayale. Aşkımı yaşatmak uğruna arkadaşımı öldürdüm. Evet, “Aşk” adını verdim beynimin peydahladığı hayalime.

Her şeyim miydi? Biraz düşünmeliyim. Hayır, değildi. Bir ailem vardı, arkadaşlarım vardı, bir mesleğim vardı, kariyerimle ilgili planlarım ve bir geleceğim… Baklava, gökyüzü, gözlerim, yıldızlar… Her şeyim olmadı aşk. Ama her şeyin kalbi oydu. Ben hayalimi kalbimle beslemiştim ya; büyüyüp aşk olan hayalim benim dünyamı besliyordu, dünyama ışık saçıyordu. O yokken her şey değerini yitiriyor, solup gidiyordu. Geriye sert, biçimsiz, anlamsız bir kemik yığını; bir çöplük kalıyordu.

Kırılma anları vardır insanların hayatlarında. Her şeyin kalbinin kalbinde yoktum. Bunu başından beri biliyordum, bu yüzden kırılmadım. Ben onu seviyordum, o beni sevmek zorunda olmadı asla. Hayatının kıyısından köşesinden bir yerini bana ayırsın, en ufak, en dar yerine bile razıyım ama bir yerini bana ayırsın yeterdi. Ayırmadı. Bu yüzden kırıldım, şimdi çok kırıldım.

Kırgınım. Geriye kalmış posayım, bir kemik yığınıyım. Ölmüşüm ben; gömmeyin, hemen şimdi un ufak edin ya da yakın beni. Benden arta kalanları bir başkası bulup da hayaline giydirmesin. Benden arta kalanlar bir başkasının içini ısıtmasın. Ve benden arta kalanlar bir başkasının hayalini boşa çıkarmasın, o başkasının hayatını karartmasın.

29 Eylül 2012 Cumartesi

Büyük Resim

Anatomi sözlüsünden çıktım. Tek hatam vardı. Bana Calcaneus’u -ki kendisi topuktaki kemik olur- gösterip ismini soran profesörüme “Talus” dedim -ki kendisi ayak bileğindeki kemik olur-. Tembellikten, bilmemekten değil aslında. Ağzımla düşünmekten olabilir mesela: Kemiğin her çıkıntısının ismini, yerini, şeklini, her girintisine bağlanan tendonu, inciğini, cinciğini biliyordum. Sağdaki uzantının adı “Talus Rafı”ydı. Ağzım talus dedi, tutamadım.

O kemikteki her türlü ayrıntıyla ilgili bilgi sahibiyken kemiğin adını bilememek… Resimdeki ufak detaylara o kadar odaklanmışım ki büyük resmi unutmuşum. Deniz deniz olmaktan çıkıp balık ve su olmuş gözümde. Çoğumuz için de öyle: Ayrıntılara fazla takılıp hayatı ıskalıyoruz.

Kararsızlık diye bir illet var mesela. Küçük şeyler için çok düşünüp, çok kafa yorup zaman kaybediyorum ben. “Arkadaşımı arayacağım. Koridorda mı konuşsam, balkona mı çıksam?”, diye düşünürken dakikalar harcadığım oldu. Balkona çıktım sonunda ama telefona cevap alamadım, sinyal sesinden sonra mesaj bırakmak da bana çekici gelmedi, kapattım. Peki Cem*, kararsızlığı nasıl yenebiliriz? Cevap basit: Karar vererek.

Küçük hesaplar yaparken büyük balığı kaçırmak neden? Ben o arkadaşıma hala ulaşabilmiş değilim mesela. Onunla konuşamazken, ya da umarım birkaç gün sonra onunla konuşurken, balkonda olmamın ya da koridordan aramamın bir önemi olmayacak ki. Sesi, o sesin ardındaki düşünceleri, onu yönlendiren hisleri dururken nasıl bir ortamda sohbet ettiğimizin ne önemi var? Yok.

Bir nasihat daha… Gerçi ölüm döşeğinde, 108 yaşında, bilge bir gezgin değilim; hayatla ilgili ne bilebiliyor olabilirim ki nasihat vereyim? Nasihat değil de bir fikir, bir bakış açısı vereyim öyleyse. Bir şeyi yapmakla yapmamak arasında kararsız kaldıysan o şeyi yapıver. Yapmayıp sürekli olarak “Acaba yapsa mıydım ya, nasıl olurdu ki?”, diye düşünerek kendini bitireceğine en kötü ihtimalle bir süre “Niye yaptım? Aptal kafam!”, diye düşünür sonra unutur gidersin her neyse.

* Kendime Suskun diyebildiğim zamanlar yazmak daha güzeldi. Gugıl sağ olsun ismimi, gerçek ismimi, hakiki olanı kullanmak zorundayım. Aha şu yazının altında “Gönderen: Cem insanı” yazıyor mesela. İsmim çok güzel, hem belliydi ben olduğum Bay J’nin Jerfi Benveniste olması gibi ama şimdi çıplakmışım gibi hissediyorum.**

** Çıplak değilim.

25 Eylül 2012 Salı

Mavi - Kırmızı

Tekle yetinmemekten bozuldu insanlık. Bir araya geldiler, çift oldular, elma yediler, dünyaya geldik. Dünyada da tek olamadık, parçalandık, tek bir tarafta olamadık, farklı saflarda durduk, düşman olduk, savaştık. Savaşıyoruz.

Tek başımıza yaşayamadık, başkasına ihtiyaç duyduk. Belki o da bize ihtiyaç duydu, kullandı, saf bir sevgi dururken çıkarlar doğdu. Gün geldi, o ihtiyaç duymadı bize, duymadı da bizi, görmezden, duymazdan geldi ama kendi gelmedi. Özledik, üzüldük, kâh ağladık, kâh ağlanacak halimize güldük, sonra onu da unuttuk, gülemez olduk.

Tek iyiydi, ama bizim çiftimiz, çifte standartlarımız vardı. Kıskandık, kin besledik, kıskanıldık, sırtımızdan vurulduk. Kendi çifte standartlarımız da vardı. Bizce biz hiç kin beslemedik, hep başkaları suçluydu, haksızlık ettiler bize.

Giriş güzel oldu gibi gibi… Ama şu girişi böyle bir şey için yapmak? Çifte standartlardan nefret ediyorum, dünyadaki adaletsizlikten… Arkadaşlarımın adaletsizliğinden, az sevilmekten, çok eleştirilmekten, haklı olmalarından, iğrenç olmamdan, böyle doğmamdan nefret ediyorum.

Dedim ya, inanılmaz saçma bir sebepten yaptım şu girişi:

Bir başkası tokat atacakken gözlerini yuman, ben elimi saçına uzatırken irkilip geri çekilen “dost”larım olması çok rahatsız ediyor beni. Daha önce de varlardı, şimdi de varlar, gelecekte de olacaklar… Çifte standart… Ben tekken iyiydim, önce çift ve belki sonra çok daha fazlası olmak istedim. Çok fazla istedim, keskindi sirkem, küp oldum, bana zarar verdi.

Evren… Bak senden çok bir şey istemiyorum. Sevgili vermeyeceksin, onu biliyoruz zaten. Geri zekâlı değilim: Hayatımı beraber geçirebileceğim o özel kızı ancak ben bir sevgili istemediğim zaman göndereceksin ve –ne tesadüftür ki- her an her saniye yalnızlık hissini başıma musallat edip benim sevgili istemediğim günün gelmesine de asla izin vermeyeceksin. Ama bari şöyle iyisinden dostlar nasip et bana. Genel bir yalnızlık hissi olmasın mı? Yine olsun. Hormonlardan yürü, sevgilisizlikten yürü, etrafımdaki herkesin manitası olsun ben sap sap gezeyim ortalıkta, sorun yok. Ama iki üç arkadaş ver ve bana diğer insanlara davrandıklarından bir nebze, azcık daha iyi davransınlar, hepsi bu kadar. Kocaman evrensin, vardır içinde öyleleri, bana gönder.

Cem olmaktan değil ama “Cem işte” olmaktan bıktım ben. “Falanca bir yerdeki, sevgilim, ailem, ruhum ve telefonumdan sonraki en yakınım”ı olayım artık birilerinin. Tek yaşamalıyım, öğrenmeliyim tek kalıp bundan şikâyet etmeyebilmeyi ama iradesizim, yapamıyorum. N’olur biri, ki bu biri sadece ve sadece kendimim, bana düzgün bir dost bulsun.

23 Eylül 2012 Pazar

Arkadaş İçin Çiğ Balık Bile Yenir Mi?

Yenmez bence. Yenmemeli. “Arkadaş için çiğ tavuk bile yenir.” demiş ya atalarımız, ben katılmıyorum. Tavuk, balık, beyaz et, sağlıklı yaşam, tamam ama çiğ…

Ne popülerse onu yapmıyormuşum. Kısmen haklı bir yargı… Ama ben o şekilde genellenmekten hoşlanmıyorum. “Toplumun aptalca alışkanlık ve ritüellerini, sürü politikalarını reddediyorum.”, diyorum. Ama sıra arkadaşım kafaya taktı: (üniversitedeyiz ama bir sıra arkadaşım var, kanka diyecektim de, çok popüler bir söyleyiş diye es geçiyorum) (evet, tamam, popülmez şeyler yapmayı seviyorum) Bu senenin sonuna dek bana yaptırmayı planladığı üç şey var, benimle birlikte yapmayı:

1 – Pişmemiş balık yemek… “Suşi”… Japonların “Çinliler ne bulsalar yiyorlar, millet bizi görünce ayırt edemiyor, böcük yiyip yemediğimizi soruyor, altlarında kalmayıp biz de saçma bir şey yiyelim, şimdi Çinliler düşünsün!” düşüncesiyle ortaya çıkardıkları bir yiyecek… Çiğ balık… “Öyle değil işte, o ateşte değil ama kendi baharatları, kendi çeşnileri içinde pişiyor, çiğ değil yani.”, diyenler olacaktır. Yemeden cevap veremem buna. Hayatım boyunca da cevap verebileceğimi zannetmiyorum.

2 – Işın Savaşı… Çok garip ya, “Laser tag” için de yok bir Türkçe karşılık. Popüler olan hiçbir şeye Türkçe bir isim uyduramamışız. Üçüncünün de dilimizde bir eşdeğeri bir şeyi yok mesela. Ben bir Türk’üm, bunları garipsemek, bunları reddetmek, benimseyememek benim dilimde de var, kanımda da… Işın savaşına gidip kurtlarımızı dökecekmişiz. Kurtları dökmek ha? Büyük Bozkur… Höst Cem, abartma.

3 – Gitar Yıldızı… Kimse “Bunu niye ‘Gitar Kahramanı’ diye çevirmedik?”, demesin lütfen. Kendi dilinde bile anlamı yok onun. Bizimkinde de anlamsız oluyor. Guitar Hero’yu oynardım belki normal şartlarda… Ama benim şehrimde öyle yerlerde it, kopuk, “apaçi”, “emo” ve lise arkadaşlarım takılıyordu. İyi yerler olmadıklarına inandım hep. Ayrıca beceremem diye korkuyorum sanırım.

Konuyla hiç alakası yok ama bu kadar yabancı isimli popüler şeyden sonra bir şeye, önemli bir şeye dikkatinizi çekmek istiyorum: Gezer marka terlik giyiyorum. Hayır, Gezer marka terlik giymek değil önemli olan. Tabanına baktım geçenlerde, merak ettim neler yazıyor diye. “Made in Türkiye” yazıyormuş. “Öküz herifler İngilizce bilmiyor.”, değil; kendi dillerine ve milletlerine, ülkelerine değer veriyorlar. Kim kendi ülkesi için hindi denmesini ister? Ben istemem, sen de isteme: “I’m from Türkiye”

Tamam, kimi kandırıyorum ki. İradesizim, Burak illa ki yaptıracak istediğini. Arkadaş için çiğ balık yenir. Ama ben kimsenin dili öyle emrediyor diye hindi muamelesi yaptırmamalıyım kendime.

18 Eylül 2012 Salı

Etik Testi

Bu etik testini Burak anlattı bana. Ona da uluslararası bir kongrede bir arkadaşı anlatmış. Ona da… Neyse işte. Hikâyeyi anlatıp gideceğim. Bir sonuç, bir çözüm, bir kural yok. Sadece nasıl düşünüyorsunuz, siz etiğe nasıl bakıyorsunuz, onu görmeye yarıyor.

Doktorsun. Yıllık izninde dev gibi bir gemiyle mavi, masmavi bir tura çıktın. Ama güzelim tatilin büyük bir felaketle, bir gemi kazasıyla sona erdi. Birkaç kişi ve sen, zar zor bir kıyıya atabildiniz kendinizi. Şimdi küçük bir adada, Survivor’dakinden çok çok daha küçük bir adada mahsur kaldınız. Filika boyutlarında, 4 kişilik, motorlu bir deniz taşıtınız var. Gruptaki kaptana göre 10 günlük mesafede bir kara parçası ve medeniyet var. Kurtulmanız ihtimali yok mu? Var. Ama…

Çok sık rastlanmayan, pek bilinmeyen, ölümcül bir hastalığa yakalandın. Tembelin tekisin sen, nerden biliyorsun bu ender rahatsızlığı? Çünkü ne tesadüftür ki hastalık antijenini ve 5 adet şırınga barındıran bir paket taşıyordun yanında. Gösterdiğin belirtiler, doktora tezin için araştırdığın hastalığın belirtileri. Mavi tura çıkmışken başka işleri de aradan çıkartmaya çalıştın. Tropikal bölgede aynı hastalığı araştıran Birleşik Devletli arkadaşınla buluşmak ne kadar da iyi bir fikir gibi gelmişti oysaki. Bravo. Serçe parmağına düzenli olarak radyasyon uygulayıp radyasyonun zararlı olduğunu ispatlayan adam gibi oldun. Hastalığı kendi üzerinde çalışabilirsin artık.

Ama sorun şu ki hastalık hava yoluyla yayılıyor. Ve ne fark ettin? Adadakilerde de başladı kızarıklıklar, el titremeleri… Diğer insanlara da bulaştırdın hastalığı.

Hastalığın antijenini bir ata enjekte edip attan aldığın serumla adadaki insanları kurtarabilirsin. Ama her yer kayalık, at yok. Antijeni adadakilerden birine enjekte etmek o kişiyi yarım saat içinde öldürecektir. Fakat o kişinin kanındaki serumla 4 kişiyi kurtarabilirsin. Muazzam! Ama kimi öldüreceksin? Hangi 4 kişiyi hastalıktan kurtaracaksın, hangi 4 kişinin denize açılıp medeniyete ulaşmalarını sağlayacaksın? Geride, adada bırakacağın insanlar da var tabi. Tedavi uygulanmadığı takdirde onlar da 10 gün içinde ölecekler.

Burada başlıyor test. Kim ölür, kim yaşar, kim adada bırakılır? İşte seçenekler:

1- Kaptanımız var. Sizin o adada olmanızdan sorumlu kişi aha da bu herif… Kazanın nasıl olduğunu bilmiyorum, gece vaktiydi, ben bir şey görmedim. Garip, kaptan da bilmiyor, o da bir şey görmedi, o yüzden oldu zaten kaza. Kaptanımız alkolik… Alkol şişede durduğu gibi durmamış, aynı zamanda siroz etmiş adamı. Kaptan Yahova Şahidi… Bir şeye şahitlik ettiği de yok aslında, bir inanış bu. Ve onun inanışında kan nakli yasak. Kaptan motoru kullanıp sizi medeniyete ulaştırabilir. Ama diyor ki “İsterseniz bana antijeni enjekte edin, kurtarın kendinizi. Ama başkasının kanından elde edilmiş herhangi bir şey istemiyorum. Serum enjekte ederseniz bana, atarım kendimi denizlere, intihar ederim.” Motoru kaptandan başka kullanmayı bilen yok. Gerçi kullanırız, orası kolay da pusula okuma ve yön bulma durumu ne olacak?

2- Bir köpek var aranızda. Kaza sabaha karşı oldu. Kaptan dışında hepiniz uyuyordunuz, nasıl oldu da buradasınız? Nasıl oldu da uykunuzun en derin anında kendinizi derinlerde bulmadınız ve uyanıp kurtuldunuz? İşte bu köpek sayesinde… Kaza anında, kaptanın görmediği şeyi köpek görmüş, hissetmiş olmalı; var gücüyle havlayıp üst kamaralardaki sizi uyandırdı, güverteye çıkmanızı sağladı. Aşağıdakiler su dolu odalarda kapana sıkışmışken siz su yüzeyindeydiniz ve işte buradasınız. Bir arama kurtarma köpeği bu. Hikâyesini o değil, tasmasındaki rozet anlatıyor. “No 2-Arama Kurtarma.”

3- Genç, 20li yaşlarının sonlarında, hamile bir hatun var. Kadın iyi, güzel, karnındaki ve yalnız bir anne adayı olarak omuzlarındaki yükü saymazsak hayatının en güzel döneminde… Ama karnındaki yük yokken dahi kendini mahveden bir alışkanlığı, bir bağımlılığı var: Beyaz zehir, uyuşturucu… Kızarıklıklar evet, senin bulaştırdığın hastalıktan kaynaklanıyor. Ama el titremeleri uyuşturucu yoksunluğundan da olabilir, ondan sen de emin değilsin.

4- Göbeği burnundaki kadının karnında küçük bir yolcumuz daha var. Bir şeylerin ters gittiği belliydi bebekle ilgili ama test sonuçları yakın zamanda ulaştı annenin eline: Down sendromu. Kromozomla alakalı bir hastalık, tedavisi yok. Bebek bir özürlü olarak yaşayacak, muhteşem bir hayat değil. Ama o hayatta mutlu da olabilir, zihnen, bedenen kısıtlı bir yaşam mutlu olamayacağınız anlamına gelmiyor. Bebekte senden bulaşan hastalığın semptomlarını gözlemleyemiyoruz henüz ama anneye bulaştırdığın hastalık bebeğe de geçmiş olmalı. Antikorlar için işler öyle yürümüyor ama. Anne ve bebeğin ikisini de kurtarmak istersek iki şırınga harcamamız gerekecek.

5- Grubun en belalısı işte şimdiki adam: Bir mafya babası… Baba dediğime bakma, iğrenç bir herif bu. Daha önce duymuştum adını: Etrafında oğlancı olarak nam salmış bir pedofil. Bu mafya lideri uzun boylu dev gibi bir herif… Kendisini kurtarmazsan seni öldürmekle tehdit ediyor. Doktora şiddet her yerde be dostum. Daha azı için seni öldürebilecek hasta yakınları gördün. Çalıştığın her gününde doktorluk değil, ölüm kalım savaşı veriyorsun zaten, sadece başkalarının Azrailleriyle değil kendininkiyle de… Kuru gürültüye pabuç bırakacak biri değilsin ama bu adam gerçekten ciddi sanırım.

6- Bak kim var burada. Dünyada toplamda kaç opera sanatçısı var bilmiyorum. 3 mü? Ama en ünlülerinden biriyle bir adada mahsur kaldın. Bu muhteşem (!) gemi yolculuğunda her gece bir sanatsal bir ziyafet sunuyordu bu adam. Pek uzun sürmüyordu, tek bir parça, tek bir bölümü söylüyordu ama millet zevk almış görünüyordu. Soprano deyince akılda canlananlar gibi, geniş bir diyaframa sahip, obez. Hamile kadın gibi bu adamın da ağzı burnunda… Söylemeyi unutmuşum, şeker hastası bu amcamız. Rahatsızlığı ölümcül derecede… Senin bulaştırdığın şu lanet hastalık olmasa da çok yaşamaz. Zar zor nefes alıyor artık. O yüzden uzun parçalar okuyamıyordu. Kalabalığa biraz şov yapıyor, sonra dinlenmeye çekiliyordu.

7- Yaşlı, inatçı bir cadı var. Misyoner… Sık sık açıp o kutsal kitabından bölümler okuyordu millete. Sohbeti hiç sarmıyor. Sen bilim insanısın. Seni dine davet ediyordu. “Az ameliyat, çok ibadet et.”, deyip duruyordu. Sürekli senin insanları kurtarmakta bir piyon olduğunu, bir işe yaramadığını anlatıyordu. Sen olmasan da hastaların yaşayacak ya da kurtulacaklar. Birinin yaşayıp yaşamamasına bir babayla oğlu ve onların hayaleti, ya da öyle bir şey karar veriyormuş. Sözde soykırımı falan da tartışmıştınız kadınla. İllet bir şey ya… İnanılmaz itici bir insan. Millet azize gözüyle bakıyor ama ifrit olduk kadına.

8- Grupta gencecik bir kızımız da var. O kadar küçük, o kadar zayıf ki… Gözleri çökmüş ve saçları yok. Radyoterapinin yan etkileri bunlar. Evet, kan kanseri, Lösemi. Doktorlar -senin gibi araştırdığı hastalığa yakalanıp başkasına bulaştırmayacak kadar iyi olan başka doktorlar- 1 aylık ömür biçmişler kıza. Anne babası da bu tatile göndermişler kızlarını. Kaza olmasaydı bu gemi yolculuğuyla bitmeyecekti kızın gezisi, başka planları da vardı. Madem ölüyor, başka diyarlar görerek ölsün istemiş ailesi. Ve kendilerinden uzakta… Evet, kızlarının günden güne, parça parça ölümüne şahitlik etmek istememişler.

9- Son ada sakini… 6 yıl tıp fakültesinde dirsek çürüttükten sonra zar zor doktor olabilmiş, asistanlığının son yılındaki, doktora tezi için konu ararken belasını bulan sen. Konu bulmakla kalmayıp kendini hasta etmenle, bu hastalığı 8 kişiye daha bulaştırmanla gösterdin ne kadar iyi bir doktor olduğunu. (belki gemideki diğer insanlara da bulaştırdın ama onlar için vicdan yapma; öldüler zaten; amca, yeğen ve kutsal hayalet böyle istediler) Sizin “zarar verme” diye bir kuralımız vardı sanki. Evet, şu ana kadar olanları değiştiremeyiz ama bundan sonrası bizim elimizde.

Ben mi? Ben senin iç sesinim, yokum ben. Adada 8 kişisiniz. Bebek doğdu doğacak, olacak 9. Kime antijen enjekte edip 30 dakika içinde öldüreceğiz. Hangi 4 kişiye serumu enjekte edip hayatlarını kurtaracağız. Hangi 4 kişi motora binip denize açılacak ve medeniyeti arayacak? Kendimizi öldürmek de var seçenekler arasında. Kendine saf antijen enjekte edip serumunla insanları kurtarabilirsin. Ölürsün ama efsane olursun, bunu da düşün. Ya da kendini kurtarabilir, yanına üç kişi alıp denize açılabilirsin. İçlerinde en kalifiye sensin gibi ama sen bulaştırdın insanlara hastalığı… 4 kişiyi kurtarıp, 1 kişiyi öldürüp, adada sonunu beklemen de mümkün.

Hadi düşün… Bir iç sese nazaran fazla bile konuştum. Cevabını duymak isterim. Sebepleriyle ya da keyfi karar verdiysen sadece ölen ve kurtulanlar olarak… Yazı tura da atabilirdik. Ama para bizden daha iyi kararlar vermeyecektir.

1- Alkolik Kaptan
2- Kahraman Köpek
3- Uyuşturucu Bağımlısı Anne
4- Down Hastalıklı Bebek
5- Pedofil Mafya Lideri
6- Morbidit Diyabetik Soprano
7- Misyoner Yaşlı Kadın
8- Lösemi Kız
9- Hastalık Kaynağı Doktor

9 Eylül 2012 Pazar

Çalışmadan Sınavdan Yüksek Alan Velet

Türkiye’nin, bana göre, en iyi tıp fakültesinde okuyorum. Çok popüler laflar etmeyi sevmem ama şöyle bir söyleyiş tarzı var: “Sene olmuş 2012, hala Demir Demirkan’ı* bilmeyen insanlar var!” Ben de benzer bir söyleyiş tarzı kullanmak zorunda kaldım: “Hacettepe Tıp’ı kazanıp da hala ‘Çalışmıyorum.’, diyen insanlar var!”

Ben çok zekiyim. Cidden… “İnternette zekâ testi de yaptım, yüksek çıktı.”, değil. En az üç kez zekâ testinden geçtim. İşin uzmanları tarafından yapılan testler… Sadece birinin raporu var evde, onda da yaşıtlarına göre “Çok Üstün” yazıyor benim için. Boru değil, öttürmüşüm yani. (Gerçi “Seanslar sırasında çok saygılı, terbiyeli olduğu gözlendi.” gibi saçma bir not da var. O terbiyeden eser kalmamış.) Ama ana fikir şu: Benim bildiğimi senden saklamaya lüzum yok. Çok zekiyim.**

Ben çok zekiyim ama hatırladığım kadarıyla çok çalıştım ÖSS’ye. Çok uç bir örnek -işin ucunda iddia vardı- ama 1000 soru çözdüğüm gün oldu. 1440 dakikalık bir günde 1000 soru. Şimdi bulunduğum bölüme ucu ucuna girdim. Fazlaca zekâ, hayvani bir çalışma ve sonunda aldığım şey 350’ncilik. Çalışmadan girilmiyor o fakülteye. Bir iki istisna vardır muhakkak. Onlara da istisna değil bal ya da Biyoloji Olimpiyatçısı/Biyoloji Projecisi denir.

Hacettepe’yi kazandın, oraya kapağı attın. Düzlüğe çıktın mı? Rahata erdin mi? “Artık gelsin yata yata sınıf geçmeler, gelsin kolay yoldan para kazanmalar, gelsin ayda milyarlar kazanmalar.” diye düşünebilir misin? Düşünemezsin. Her komite ÖSS ile eşdeğerdir. ÖSYM yok, Hacettepe Profesörleri var karşında, komite daha zor bile olabilir.

Şimdi çalışmadan Hacettepe’yi kazanan ya da çalışmadan sınıfı geçen o arkadaşlarıma sesleniyorum:



Yoklar ki! Kime sesleniyorum? Çalışmadan kazanan, çalışmadan başaran, çalışmadan yüksek alan yok. Hacettepe’de olup çalışmayanlar yok mudur? Var. Geçen sene varlardı, orada kaldılar. Geçen senede… Onlar geçen seneyi bir kez daha yaşayacaklar.

Şimdi de çalışmadan Hacettepe’yi kazandığını ya da çalışmadan sınıfı geçtiğini iddia eden o arkadaşlarıma sesleniyorum:

“İki dakka adam olun lan!”

*Genelde Demir Demirkan değil de garip gudubet gâvur grupların adları olur orada. Bu aralar herkes RHCP diyor mesela. Ülkeye gelene kadar Sosyalist Enternasyonal Partisinin kısaltması falan olduğunu düşünüyordum. Millet sosyal medyaya, kollarına gamalı haç dışında şekiller yapıştırdıkları “RHCP zamanı!” başlıklı fotoğraflar koyunca anladım yanıldığımı. Red Hot Chilli Peppers’ın o kullanımını bilmemek de benim öküzlüğüm, kusura bakmayın.

** Bu aralar çok alınganım, çok atarlıyım. Kendimi övmekten de geri durmuyorum. Ama anlamışsınızdır zaten. Kendimi bu şekilde övmek büyük bir zavallılık…

2 Eylül 2012 Pazar

Sosyal Medyada Sosyal Sorumluluk

Sosyal medya müthiş büyük bir güç… Alex bir şeyler yazdı twitterdan, kıyamet koptu, başkanmış çalıştırıcıymış oyuncuymuş taraftarmış hepsi birbirine karıştı, olaylar olaylar… Sonra da BBM’de bir şeyler yazmış, ayrıntısını bilmiyorum. Evet, sosyal medyayla yeri yerinden oynatmak mümkün, ama sosyetiksen mümkün, gerçekten niyetin buysa, istekliysen, bir şeyler yapıyorsan, bir baltanın sapıysan mümkün… Plajda güneşlenirken eline telefonu alıp tweet atan biri, evinde sabahtan akşama kadar ekşi okuyup chatleşirken facebookta profil resmini değiştirerek bir şeyleri protesto eden biri… Komik oluyor gerçekten.

Siyah kurdelelerle başladı her şey… Başlarda anlamlıydı belki. Bunu ilk kez yaptığınızda bir şeydir, her seferinde yapıyorsanız alışkanlıktır, hobidir, fotoğrafçılık gibi bir şeydir, saçmadır. Bu iş de öyle oldu. Bazı şeyler internette anlamlı sözler söylemekle çözülmüyor. Süreklilik başarıyı getirir, evet, ama bu konuda hayır… Terörü lanetleyerek çözebilir misin? Hapse giren bir öğrenciyi tt yaparak kurtarabilir misin? Yo… Ee, o zaman niye yapıyoruz bunları, niye yapalım? Öğrenilmiş çaresizlik değil bu. Öğretmenler atanamadı diye vazgeçecek değilsin, vazgeçme, tepkini yine koy ama twitterda Şafak Öğretmenin ölüm yıldönümünü anarak değil, onun gibi savaşarak ulaşmaya çalış hedefine. Hoş, zaten çoğunuzun umurunda bile değil atanamayan öğretmenler, maksat muhabbet olsun, ilgili görünün ülkenin sorunlarına, entelektüel sansın millet. Bunun için yapıyorsan hiç yapma, hiç bulaşma bunlara, bırak öyle kalsın.

Ülkenin yöneticilerinin sabah kalkar kalkmaz yaptıkları ilk işin facebooku açıp “Bakalım hangi sayfa bir milyon beğeni almış, öğrenelim de o konuda adımlar atalım, çözelim sorunu.” dediklerini mi zannediyorsun? Bak, o konuda emin değilim, büyük konuşmak istemem, yapıyorlardır belki ama bu çok düşük bir ihtimal. Hele “Türk bayrağını beğenecek 1 milyon kişi bulabilirim” sayfaları… Son zamanlarda muhtelif yerlerden mantar gibi “birkapsu”cular da fırlamaya başladı. “Nolur kapınızın önüne bir kap su, Allah rızası için bir kap su koyun, çocuğum hasta nolur bir kap su koyun!”cuların ne kadarı kapısının önüne bir kap su koyuyor acaba?

Ulusal bayramlardaki bayraklı görüntü resimlerine çok takılmıyorum. Televizyon kanalları da köşeye bayrak yerleştiriyorlar mesela. Protesto amaçlı değil o, kutlama, içten gelen bir şey. Normal o…

TWİTTER

Şu mikroblog çok değişik bir şey. Türlü türlü canlı var burada. Twitter başından beri 140 karakter sınırına sahipti. “Da da… Artık 140 karakterden uzun olmayacak gönderiler.” denmedi ki, hep böyleydi. Niye 138 ya da 156 değil de 140, bilemeyiz ama böyle uygun görmüş siteyi kuran herif. Sen kalkıp 140 karakter sınırına niye bok atıyorsun? Beğenmiyorsan kullanmazsın. Zorla tutan yok ki…

Bu mikroblogun kendine has değişik değişik söz söyleme sanatları da var, sadece internette, burada görebileceğiniz şeylerdir onlar. Adam Mecaz-ı Mürsel, Tecahül-ü Arif yapıyor sanki: “Uzay Yolunun son filmini sevmemiş olduğum doğrudur.” Sevmedim diyemez, “olduğu doğrudur” kalıbı kullanmak zorunda hisseder kendini. Böyle diyince takipçi sayısı artar çünkü, millet önemli biri olduğunu düşünür, müthiş bir söz sanatı yapmıştır. “Stefın Şpilbörg candır!” ne demek? Evet, o da bir can, haklısın. Ama… Mesela Emre La Liga yorumculuğu yapıyor, dergilerde, bloglarda, sağda solda yazıları yayınlanıyor, kendi sitesi de var. Ama o da bir genç, o da insan, o da tweet atıyor, tweetle yatıp tweetle kalkıyor. Twitterda 17 bin gönderisi var. Bir kez bile “Messi candır.” yazmış mıdır? Söyleyeyim, yazmamıştır.

Ben de facebook kullanıyorum, ben de twitter kullanıyorum. Gönderilerimden biri iki kez RT edilince benim de bir yerlerim kalkıyor. Ama birilerinin doğruları söylemesi gerek. Söylüyorum: Bu yazıyı beğenmeyecek x (Burada, ülkedeki internet kullanıcılarının yarısından biraz daha büyük bir sayı var.) insan bulabilirim.

Not: Allah twitterdaki direksiyonerlerin bin türlü be… Sayfa da silinmiş zaten.

1 Eylül 2012 Cumartesi

Fotoğraf

Türlü türlü hobiler var. Aslı ile Ayşe Aikido yapıyor. (3 tane A oldu.) Bahadır desen hobi olarak manyaktır, ciddiyim, adam kafadan kontak değil, manyak oluşu bir hobi aslında: Sürekli ilim irfan geliştirici kitaplar okuyor, Sigmund aşığı mesela. Burak piyano çalıyor, keman öğreniyor. Özge resim çiziyor. Bunların hepsini anlıyorum. Yaratıcılık olan, kendilerinden bir şeyler katarak zenginleştirebilecekleri ya da kendilerine bir şeyler katarak zenginleşebilecekleri etkinlikler; kabul. Ama fotoğrafçılık?

Eline bir fotoğraf makinesi alıyorsun ve o anda fotoğrafçı oluyorsun. İsim de önemli tabi, seninki değil, sen kimsin ki? Fotoğraf makinesininkinden söz ediyorum: Conan ya da Heman olacak. Dediğim gibi, sen önemli değilsin ki, makine önemli. Aslında hobi sahibi olan sen değilsin, makine yapıyor fotoğrafçılığı. Sen onun kullandığı bir araçsın sadece.

Fotoğraf makinesi seni kullanarak neler çekebilir? Bunu sormanı bekliyordum. Masa ayağı mesela… Evet, çiçek, böcek, kuş, çiftleşen sinekler tamam… (Sonuncusu ne kadar hastalıklı bir ruha sahip olduğumun kanıtı, değil mi?) Ama masa ayağı çekiyor, bunu hobi olsun diye yapıyor. Ne kadar ışık, açı, odaklama vs. vs. öğrenirsen öğren masanın ayağı yine de masanın ayağıdır. Kimse kalkıp “Aa… Ne de güzel bir masanın ayağı, tam ofisimin duvarına yerleştirmelik bir detay! Bayıldım!” demeyecek, diyorsa kızsındır. Ama varsın demesin, makine bu işi hobi olarak yapıyor zaten.

Fotoğrafçılık olayının bir hobi olarak nasıl çıktığına, yükseldiğine dair teorilerim var. Tabi ki düğün fotoğrafçıları sayesinde! Elinde makinesiyle düğüne kız bakmaya giden gençlerimiz “Çıkışta kazık fiyata satıyorum bu fotoğrafları, yolumuzu buluyoruz.” diyememiş kızlara, tavlayacak ya, lehine kullanmayı bilmiş “Hobi” demiş. Kız insanı da yemiş, gerçekten hobi olduğunu sanmış. Fotoğrafçılığın kendi kendini yiyip bitirmemesine, tüketmemesine şaşıyorum. Fotoğrafçı insanı kendini gerçekten özel biri sanıyor sanırım ya da hala aynı kafadalar, karizmayı çizdirmek istemiyor. Biri de çıkıp demiyor “Ben çok çektim bu illetten, sen çekme, git başka bir şey yap.”, diye.

Kimse alınmasın, gücenmesin. Ben zaten anlamam bu işlerden. Fotoğrafçılık, koleksiyonculuk, endüstri mühendisliği, işletme… İnsanlar bunları hobi olarak yapıyorlar, ciddiye alınmak için değil. Benim bunlar hakkında ne düşündüğümden kime ne… Ben ne söylersem söyleyeyim devam edersiniz. Eğleniyorsanız devam edin tabi. Ben de hala jonklörlükle uğraşıyorum, benimki daha bok.

31 Ağustos 2012 Cuma

İki Dünya Çarpışınca

Sienbisi “E”de Doktor Who maratonu vardı geçenlerde. Bak, 100 metre engelli değil, 4 x 100 metre bayrak yarışı değil, maraton… İçim dışım şu yeni Doktor oldu yani. Çok da tesirli değilmiş, sadece başlığa adını verecek kadarını kullanacağım. Doktor Who’nun konuyla alakası bile yok. Koca bir aydır bazı sebeplerden ötürü yakın arkadaşlarımla pek konuşmuyoruz, ben konuşmuyorum. Kızlara “Öyle değil, böyle!” diyemiyordum uzun zamandır, bari buradan anlatayım fikirlerimi.

Kadın ve Erkek… Bütün erkekler odun, bütün kadınlar cadalozdur. Ve bütün genellemeler yanlıştır. Erkekten söz edeceğim ben. Kızları çözsem sevgilimle mesajlaşıyor ya da cıvık cıvık “Sen kapat. –Hayır, sen kapat.”lı bir görüşme yapıyor olurduk.

“Erkekle kızdan arkadaş olmaz.” Bu kadar basittir erkek. Düşüncesi budur. Peki, arkadaşın olmayan birine âşık olabilir misin? Sevgili biraz da arkadaş değil midir? Orada da “Erkek, hoşlanmadığı kızla arkadaş olmaz.” diye cevap verir. “Hoşlanmak nedir?” desen de “Sarışın, uzun boylu, zayıf, yüzü güzel…”

Sevgilileriniz için değerli olduğunuzu mu sanıyorsunuz? Birçoğunuz değilsiniz. Sizi özel yapan bir şey yok. Tenis mi oynuyorsunuz? Etekle oynanıyor, bacaklar açıkta. Çok mu kitap okuyorsunuz? Az yaşıyorsunuz, safsınız, tavlanmanız, kandırılmanız kolay. Siz de mi Duman’a bayılıyorsunuz? Konserine falan götürür sizi, içki falan da varsa… Neyse tamam, ana fikir anlaşılmıştır herhalde. Erkek kafası böyle çalışır. Sizin karakterinizle zerre alakadar değiller, sizden nasıl yararlanabilecekleriyle alakadarlar… Akıl Oyunları filmini hatırlayın. Bir bara girdiğinde kızları güzelliklerine göre sıralamıştı başrol; zekâlarına, yeteneklerine, kişiliklerine göre değil, güzelliklerine göre… Gerçi orada fikirler, amaçlar da farklıydı; çok hızlı gelişiyordu olaylar. Ecnebi işte.

Erkek seni ne kadar tanımak ister? Senle ilgili ne bilmek ister? “Etrafında benden başka erkek yok, varsa bile kolayca uzaklaştırabilirim.” Bu kadar… Etrafında ondan başka erkek olmasın çünkü “erkek, hoşlanmadığı kızla arkadaş olmaz.” Hayır, madem böyle bir düşüncesi var; “maço” diyip geçelim, anladık diyelim. Ama kendisi yeri gelir kız kankasıyla ders çalışır, yeri gelir kız bir arkadaşıyla konsere gider.

“Nasıl ya? Sevgilim beni ben olduğum için sevmiyor mu?” Kızım, seviyorsa seviyordur zaten. Sevmiyorsa güzelsindir ya da ulaşılması daha kolaysındır. Sorun şu ki bu üçünden hangisi yüzünden sana tahammül ediyor, onu ayırt etmek çok zor. Sonuçta hepiniz “Bana çok sadık, ben çok da güzel değilim, ben iyi aile çocuğuyum zordur beni tavlamak.” diye düşünmüyor musunuz? Öyle düşünmüyor musunuz? Hah!

Evet, yukarıda dediğim gibi… Seni gerçekten seviyor olması gibi bir ihtimal de var. Bütün genellemelerde bir hata payı var, gerçekten seven insan tabi ki vardır. Kendine hemen hiçbir zaman toz kondurmayan erkek böyle bir konuda “Ben hatayım, farklıyım.” demekten geri durmaz. “Ya, erkek olmaktan utanıyorum bazen. Erkekler kızları cinsel objeler olarak görüyorlar. Oysa o kadar narin, o kadar kıymetli varlıklardır ki kızlar! :))) <3 Ben gerçek aşka inanıyorum ayrıca. Manitam olsana yavrum!” O kızı kandırmak için herkesi, kendini bile satar erkek, öyle de iğrenç bir türüz. Ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bence kızlar çok narin, çok kıymetli varlıklardır. Ben, gerçek aşka inananlardanım <3 Bazı erkeklerin kızlar hakkındaki fikirlerini duyunca tüylerim diken diken oluyor :(((

Kız olan, sana bir tüyo daha: Yukarıdaki gibi, sohbete, mesaja gülücük koyarken birkaç tane ağız yapan erkekten olabildiğince uzağa kaç. Başka yere taşın, ismini değiştir, yeni bir hayat kur, yeni bir facebook hesabı aç ve sakın ama sakın o adama yaklaşma. O adam ya sözü edilen “odun” heriftir ya da tamamen masumdur, saftır, salak falandır işte. Onunla bir gelecek kuracağına yalnız öl.

17 Ağustos 2012 Cuma

Occam'ın Usturası 2

Facebook'taki bir sohbeti baştan aşağı yazıyorum:
"Suskun Geveze... Benim iş olmadı o çocukla..."
"İyi... Ne yapayım? Bana ne?"
"Aşk olsun. Teselli eder insan."

Arkadaşlarımla sorunlarım var demiştim ya... Hani konuşacak şey bulamamaktandı. Occam'ın usturası! Girişi bu kızın: Benim iş olmadı o çocukla. Selam vermek yok, hal hatır sormak yok. Teselli beklemek var. Arkadaşlarımla aramdaki sorun bu: Karşındakiyle de ilgilendiğini hissettirmemek... Ne kadar odunum ki kız teselliye ihtiyaç duyarken selamlama bekliyorum.

16 Ağustos 2012 Perşembe

Yaşlı Adamın Usturası

Aslında tıpla hiç ilgisi olmayan bir sebepten yazmaya başladım şu yazıyı. Ama tıp iliğime işlemiş. Bir de şu aralar kendimi doktor adaylığı dışında bir şeylerle ilişkilendiremiyorum. Varsa yoksa tıp…

OCCAM’IN USTURASI

Occam… Kimmiş, ne yapmış, bir fikre, düşünce tarzına ismini vermeden önce nasıl tecrübeler yaşamış bilmiyorum. İçinde ustura sözü de geçiyor, gerçekten ilginç bir hikâyesi olmalı… İnternette araştırmak gerek. (Occam adamın adı değil, yaşadığı yerin adıymış. Adamın adı William’mış. İlginç bir hikâyesi de yokmuş. Tarz olsun diye koymuşlar bu adı. Devam…)

William’ın bir dünya görüşü vardı. Ona göre: “Her şeyin birbirine eşit olduğu bir ortamda en basit açıklama, doğruya en yakın olandır.” Yani diyor ki bir şeyi kıvırmaya, bükmeye, değiştirmeye, çok karmaşıklaştırmaya gerek yok; en basit olan doğrudur.

İsmi İngilizce “Mavi ibikli kuş” ve “Aslan yürekli” anlamlarına gelen kelimelerin birleşimiyle türetilen 3 buçuk yaşındaki kız acil servise girdiğinde kimse en basit açıklamanın doğru olabileceğini düşünmemişti. Güneş çarpması tanısı koymuşlar başka bir hastanede. Çocuk acilden girdiğinde elleri kasılıydı, gözleri sola yukarı kayıyordu. Kocaman açtığı ağzından salyalar akarken inliyordu kız. Kuzenlerinde benzer bulgular ortaya çıktı. Kuzenleri çağırıldı. Beyin omurilik sıvısı alındı. Beyin tomografisi çekildi. Elektroansefalograma girdi. Güneş çarpması teşhisi konuldu. En basit, en dolambaçsız cevaptı sıcak çarpması; doğruydu. Occam’ın usturası!

Bu aralar sık yaptığım bir şey değil arkadaşlarımla sohbet etmek… Sürekli konuşurum, sürekli bir şeyler anlatırım, sürekli bir şeyler dinlerim. Arkadaşlarımla aramızdaki şeyleri çok çabuk tüketiriz, tüketiyormuşuz, tüketmişiz, artık zevk vermiyor onlarla sohbet etmek. Ama konuştuğum biri var. Onunla çok konuşmadım, ona çok şey anlatmadım, onu çok sık dinlemedim; benim için hemen harcanamayacak kadar değerli, özel zamanlarda mesaj atılacak kadar özel biriydi. Bu, ayrıcalıklı bir zaman, depresyondayım galiba, onunla konuşuyorum sadece.

“Birinden çok hoşlanıyorum, bana karşı hislerini merak ediyorum.”
“Nasıl biri, ne yaptı da çaldı kalbini?”
“Aslında hiç… Çok da yakışıklı sayılmaz. Sadece benle ilgilendiğini hissettiriyor.”
Occam’ım usturası! Sadece onla ilgilendiğini hissettirmek… Bazen birinin kalbine giden yol bu kadar kısa olabiliyor.

Ve Occam’ın usturası! Arkadaşlarımla aramdaki sorununun çözümü de burada aslında. “Tükettik bir şeyleri” bahane…


12 Ağustos 2012 Pazar

Stajdan Akılda Kalanlar

Staj yaptım koca bir ay boyunca, ne öğrendim? “Başıboş Çocuklar” yazımdaki gibi sadece kötü şeyler mi deneyimledim? Tamam, gelen herkes ya hasta bir vücuda ya da hasta bir kafaya sahipti. Evet, konuya esastan bakarsak hep kötü şeyler deneyimlemişim.

“Saf, tertemiz, masum, zavallı yaratıklardır çocuklar. Masumlar çünkü yaptıklarının ne sonuçlar doğuracağını bilmiyorlar; dünyadan bihaber yaşıyorlar, herhangi bir kötü niyetleri de yok. Zavallılar çünkü dertlerini anlatamıyorlar, kendilerini ifade edemiyorlar.”

Kendilerini yaralamak konusunda da o kadar başarılılar ki! Hepsi birbirinden farklı yaralarıyla özgün imzalar atabiliyorlar kendi vücutlarına. Her bulduklarını ağızlarına atma huyları da var. Taş yutan, para yutan, hediyelik eşya yutan vardı, gördüm. Bir tane de ağzı açık çengelli iğne yutan vardı. Akciğer filminde tesadüfen bulunmuş, midede yatıyordu iğne.

Çocuk acile gelenler arasında vücutlarına kasıtlı olarak imza atanlar da vardı. Ve onlar midelerindeki, zamanında yutulmuş ağzı açık çengelli iğnelerden dolayı acı çekmiyorlardı. Onlara acı çektiren, zamanında yutup içlerine attıkları, kendilerini yiyip bitiren bir düşünce, bir his, bir şey… Ne olduğunu tam olarak bilemiyorum. Onlara çocuk demek doğru mu emin değilim. “Ölmek istiyorum. Daha fazla yaşamak istemiyorum, dayanamıyorum. Hayat çok zor, n’olur izin verin de öleyim!” diyordu genç kız. Kendisini ifade edebiliyordu. Koluna çizikler atarken tabi ki niyeti ölmekti, masum da değildi. (Gerçi “Benim vücudum, benim kararım, kimse müdahale edemez.” dese haklıydı şüphesiz) Alper Ağabey’in çizdiği, (yukarıdaki) çocuk görüntüsüne pek uymuyor, değil mi?

“Nolur bakmayın, gidin, kimse bakmasın bana, kapatın bunu, kimse görmesin!” deyip kolunu tutarken sürekli ağlıyordu genç kız. “Elini uzat da pansuman yapıp kapatalım şu yaraları, sen bana yardımcı olmazsan daha çok acır canın, eşek kadar kız olmuşsun, boyun benden uzun, uslu dur.” Evet, tam sözcüklerimi hatırlamıyorum ama yaklaşık böyle bir şeydi söylediklerim. Burnunu çekip canının acıyıp acımayacağını sordu. Tabi ki acıyacaktı ama nazik olacağıma söz verdim, elini uzattı. Konuşmaya başladık.

Hani ayrıntıları pek bilmiyorum ama geçmişinde büyük bir sarsıntı yaşamış sanırım. Ailesinden kimse bilmiyor bunu, sadece psikoloğuna anlattığını söylemişti. O kısmını umursamıyorum. Yaşamaktan bıkmıştı, bu kısmını umursuyorum. Ailesine yük olduğunu söylüyordu, dünyada gereksiz olduğunu söylüyordu. Dünya ona zor, o dünyaya fazla geliyordu. Sohbet ettik biraz. “Annen seni yaşatmak için 9 ay karnında taşıdı, sense bileğini kesip elinin tersiyle itiyorsun o hayatı.” Bir süre hayatın ne kadar ağır geldiğini dinledim ondan. Sonra konuyu değiştirdim, nerede okuduğunu, derslerinin nasıl olduğunu öğrendim.

“Kol tamam. Tetanos aşını bekleyeceksin, o arada gözlüğünü çıkarır mısın?” Kız sorgulamadı, çıkarıp uzattı. Camlarını silmeye başladım. “Gökkuşağı gibi parlıyor gözlüğünün camı. İçeriden bakınca dışarıdaki insanları seçebiliyor musun?” “Ağlamaktan öyle oldu tabi, sabahtan beri ağladığım için…” “Boşa ağladığın için… Al tak, bu kaç, görebiliyor musun şu an?” “İki… Ha ha…”

Ölemediği için ağlayan bir kızı güldürebilmek… İşte stajda bunu deneyimledim.

22 Temmuz 2012 Pazar

Başıboş Çocuklar

Çocuk acil servise 17 yaşında bir delikanlı geldi. Sol kolda iltihaplı kesiler… Kendisi, bizzat yapmış. Maket bıçağıyla kesmiş kendini, sağ eli sol koluna resim çizmiş sanki. Sevgilisi canını sıkmış çünkü. E, bizimki durur mu? Hemen kola jilet! Kesince değil, iltihap kapınca geliyor acil servise. Asistan doktor soruyor “Neyi çözdün kendini keserek? Ne değişti?” diye, “Sen kendini kestin, kıza ne oldu?”. Cevap veriyor: “Onu da kestim.” diye. Çocuk ruh sağlığına gönderiliyor, yanında “adli tutanak” ile beraber.

Bu kez bir kız giriyor ön muayene odasına: 13 tane Parol içmiş. Kaç miligramlıktı hatırlamıyorum. Hadi bu ölüme göz kırpmış hafiften. Ama daha sonra gelen 5 tane İbuprofen içen kız… 10-12 tabletin sadece 5 tanesini içip gelmiş. Neşesine de diyecek yok. Kuzeniyle gelmiş, gülüp eğleniyorlar. Aktif kömür diye illet bir şey var, iğrenç bir tadı, daha da iğrenci siyah bir rengi var, ondan yediriyorlar ona, gönderiyorlar sonra. Koşup kendisini terk eden sevgiliye “Senin için intihar ettim ama hızlı müdahale edildi, ölemedim. Seni seviyorum, bana dön. Dönmezsen yine intiharı denerim.” diyebilmesi için.

Birkaç hap alanlar vardı. Bu kez tek hap alan bir kız geliyor. Bu kızımız 1,5 yaşında… Anneannesi bebeğin kustuğunu görüyor ve kusmuğun içinde bir tane antidepresan hapı… Tabi bilinmiyor başka bir tane yutup yutmadığı. Antidepresan boncuklu tabancaların boncuklarından da ufak bir şey… Onlarca bile yutmuş olabilir. Sarışın, şirin ama kendisine çevrilmiş onlarca göz yüzünden ağlayan küçük bir yaratık… Midesi yıkanıyor vakit kaybetmeden. Aktif kömür yediriliyor ağlayan kıza. 24 saat hastanede, gözlem altında tutuluyor. Sonraki gün gördüğümde gülümsüyordu bana, inanılmaz güzel bir yaratık!

Çocuk acilde 21 yaşında bir çocuk… Evet, yasal olarak çocuk değil ama kafa olarak tam bir çocuk… Çocuğunu düşürmüş. Yok, yok… Bildiğiniz manada düşürmek… 50 santimetre yükseklikten düşmüş bebek. Hasta hikâyesi alınırken “Kustu mu?” sorusuna “Ya bilmiyorum, siz hemen bütün testleri yapsanız?” diye cevap veriyor. Filme gönderildikten sonra beyin cerrahını bekliyor bebek. Beyin cerrahı geliyor nihayet ama anonslara rağmen aile ortada yok. İşte bu noktada kahraman stajyer doktor adayı giriyor devreye: Ben. Arıyorum, buluyorum aileyi. Gidiyorum ailenin yanına, anons edildiklerini, beyin cerrahının bebeği muayene edeceğini söylüyorum. Toparlanıp giriyorlar acil servise. Cerrah başka bir bebeyi muayene ediyormuş, aileye biraz beklemelerini söylemiş. Anne çıldırıyor. Hakaretler, bağırmalar, “Daha çağırılmamışız, bizi boş yere kaldırdın!”lar ile iyi bir fırça atıyor bana. Bebeğin kafasının kırıldığı ortaya çıkıyor.

Demem o ki: Çocuklara sahip çıkılması gerek. Çocukların başının boş bırakılmaması gerek. Kollarını kesen çocuğun babası daha dikkatli olmalıydı mesela. Hap alanların arkadaş çevresi, kimlerle takıldığı, neler yaptığı kontrol edilmeliydi; neler yapabilecekleri de kestirilebilirdi böylece, önlem alınmalıydı. Ortalarda antidepresanlar da bırakılmamalı mesela. 30 günlük kafası kırılmış bebeğin annesi… O çocuğu nasıl başıboş bırakabilirsin ki? Peki ya anneannesi… Kızının o küçük beyinle çocuk yapmasına nasıl izin verebilirsin ki?

Not: Asistanlardan biri söylemişti “İntihar edenlerin %80’i kadınken ölenlerin %80’i erkektir.” diye. Bu haftaki vakalardan da belli bu… Kızların hepsi hap almışken erkek kendini kesmiş.

Not 2: Hayır, kızların hepsi hap almamış. Son kız: 21 yaşındaki anne… Onun sorunu hap almamış olmasıydı zaten. Doğum kontrol hapları komple bir jinekolojik muayene gerektiriyor, kullanılmamasını anlarım. Ama “ertesi günü hapı”nın başarı oranı %97-98 arasında bir şey. Gerçi ayda sadece bir kez kullanılması gereki… Neyse artık. Çok uzadı bu yazı.

7 Temmuz 2012 Cumartesi

Tanıdık

Nedense tanıdıklarla karşılaşmayı hiç sevmiyorum. Asosyallikten değil, zannetmem ama uzaktan tanıdığım “günaydın” bile demediğim kişileri okul dışında görünce ister istemez üzerimde bir baskı oluşuyor. Selam vermesem “bak bak havalara bak” diyecek, selam versem “sanki okulda konuştuğumuz var açık mert korkusuz!” diyecek. Yukarı tükürsem bıyık, aşağı tükürsem yine bıyık…

Daha geçenlerde başıma geldi. Orduevi değil ki yolgeçen hanı çalıştığım yer! Ne iş yaptığım da belli değil. Başlarda cankurtaranlık yapıyordum, sonra kimse boğulmaz dediler, girişe attılar, bir ara bilgisayar biliyorum diye kasiyerlik yaptım, şimdilerdeyse aşçıyım. Bandanam bile var. Ne hoş değil mi? Üç vakte yarbay olarak çıkacağım orduevinden. Muhasebeci mi izinli? “Resesif’cim, bilgisayar biliyordun değil mi? Tamam canım matematik gibi zaten, topla çıkar denkleştir hesapları.” diyorlar. Tip tip bakışlarımdan olacak, çabucak vazgeçip bir askere verdiler o görevi. Allah razı olsun!

Tanıdıklardan mı bahsediyordum? Ha, evet, niye böyle oldu? Neyse... Kasiyerlik yaparken denk geldim. Göz göze geldik. Tepki vermek için üç saniyem vardı. Ya tanımazdan gelecektim ya da selam verecektim, iki basit seçenek… Bir adım önümdeki adama el salladım! İki seçenek varken “merhaba” demem ya da siktir etmem gerekirken ben iki karış önümdeki adama el salladım. Saçmalık. O da şaşırdı şapşallığıma zaten. Neyse efendim belki önümdeki lanet olası bilgisayar donduğu, belki de ben kasiyerliği fazla beceremediğimden üç kere koştum diğer kasaya ve çok şükür siparişini aldım.

Tanıdıklar neden benim tanıdık torpiliyle kazanç sağlayabileceğim yerlerde karşıma çıkmaz ki zaten? Şans işte...

6 Temmuz 2012 Cuma

Son Yüzyılın Bağımlılığı

Size son zamanlarda, özellikle 20’nci yüzyıldaki aşırı modernleşmeyle yükselişe geçen bir bağımlılıktan, zararlı bir alışkanlıktan söz edeceğim. Ne olduğunu hepimiz çok iyi biliyoruz ama isim vermek istemiyorum, X diyeceğim. İsmini kullanmak bile ona olan ihtiyacı körüklüyor çok kez. Sonuna kadar okursanız sevinirim. Zira bunun iyi bir şey olduğunu iddia edenler bile vardır aramızda. Anlattıklarımın bir kısmı bilmediğiniz, farkına varamadığınız şeyler olabilir, elimden geldiğince açıklamak, aydınlatmak isterim.

Her zararlı alışkanlığa az çok nasıl başlandığı bellidir: İnsanın başına bir şey ya meraktan ya arkadaştan gelir. X için de öyle. Çevrede o kadar fazla kullananı vardır ki kaçamazsın ondan. Nereye baksan bir başkasını görürsün. Hani pipo gibi seyrek değil ki, toplumda çok fazla vaka var. E, dolayısıyla insanın merakını cezbediyor. “Acaba ben de mi denesem?” Hani başlayıp düzenli olarak kullanmak için değil, merak edersin nasıl bir şey olduğunu, neler hissettirdiğini. Başlayıp sonra bırakırsın, sırf nasıl bir şey olduğunu deneyimlemek içindir bu. Bırakamazsın. Birçok kez de arkadaşlarda görüldüğü için, onlardan geri kalmamak için, kendini yalnız, dışlanmış hissetmemek için başlanır. Uzun süre görmezden gelsen dahi bir gün, elbet bir gün gelir o soru: “Sende var mı? Niye yok?” Sanki herkeste olmalıymış gibi bir his belirir içinde, için içini kemirir. Belki bir şekilde başlarsın da…

(Burada bir not: Eskiden X’i kullananların yaşı daha yüksekti. Ama şimdi biraz daha dikkatli bakarsanız çevrenize başlama yaşının ilköğretim dönemindekilere kadar düştüğünü görebilirsiniz.)

Başlarsın. X o kadar büyülü bir şeydir ki nasıl bir illet olduğunu fark edemezsin. Başlarda kendine güvenini arttırır. Zekisindir, güzel/yakışıklısındır, etkileyicisindir, insanlar imreniyordur sana. Dünya çok daha pembe görünür gözüne, sanki hiç sorun yoktur veya vardır ama X ile her şeyin üstesinden gelirmişsin gibi. Gelememeye başlarsın. En başta da X’le ilgili sorunları çözemezsin zaten. X için para/zaman/enerji harcamak zorundasındır. Sana güç veren X günler geçtikçe gücünü emen bir yaratığa dönüşür. X’e devam edebilmek için kendini, hayatını değiştirmek zorunda kalırsın. Arkadaşlarından da uzaklaşırsın yavaş yavaş. Oysa onlar da senin gibi X kullanan insanlardır. Demek ki seni X kullanmazken yalnız hissettiren sendeki bir eksiklik değil, X’in onları kendi küçük dünyalarına hapsetmesiymiş. Senin dünyan da küçülür, daralmaya başlarsın. Derslere veremezsin kafanı, aklın fikrin X’tedir. Nefes almakta güçlük çekersin. Bir gün işler çok dayanılmaz bir hal aldığında da bırakırsın X’i. Bırakamazsın.

X’i diğer bağımlılıklar içinde kısmen özel yapan şudur: Kullanmaya devam ettikçe “ne kadar zarar verdiği” düşüncesiyle doluyken kafan, bıraktığında aklında sadece “başladığında aldığın o benzersiz tat” vardır. Dolayısıyla bir kez başlayınca hep olsun istersin. Diğerleri için hayat güllük gülistanlıktır. Hem X kullanıp hem de dertsiz tasasız yaşayabilmektedirler, sen niye yapamayasın? Yoksunluk belirtileri baş gösterir. Hemen şimdi X’e ihtiyacın vardır. Hemen şimdi beyninin ödül merkezini uyarmak zorundasındır. X’sizlik dayanılmaz bir hal alır. Bir şekilde bulursun X’i ama sana zarar veriyordur, bırakmak zorundasındır. Bırakırsın, ama yoksunluk? Hayatın sonuna veya tedavi olup X’i vücudundan tamamen atana kadar (ki genelde evlenince geçer) devam eden bir döngü…

Bu yüzden benim size önerim etrafınızda ne kadar çok mutlu çift görürseniz görün, sevgililik müessesesinden uzak durun. Mümkünse görücü usulü evlenin hatta. Çünkü X, sevgililik, çok kez insanı buhranlara sürükler ama bağımlılık da yapar. Artık ne sevgiliyle, ne sevgilisiz yaşayabiliyorsunuzdur.

1 Temmuz 2012 Pazar

Amaç Satıcısı

Bu hayat amaçsız çekilmiyor. Bir amaç için ölmeleri saymazsak insan, içinde bulunduğu hayata tutunmak için kullanıyor amaçları. Amaçlar, bizi bu dünyaya bağlayan araçlar gibi… Bu araçtan yoksun olan insan, intihara meyilli oluyor. Eh, hayatı sevdiğimiz de bir gerçek… İntihar tarzı manyaklıklardan uzak durmak için amaç arıyor insan, buluyor, kaybediyor, sonra yeni amaçlar arıyor. Bununla sınırlı değil insan-amaç ilişkisi. Ee, madem insan amaçsız yapamıyor ama çok kez bir amaç da bulamıyor, bu noktada da amaç satıcıları giriyorlar devreye, yararlanıyorlar insanın çaresizliğine çare, dertsizliğine dert arayışından: Amaçlar veriyorlar insanlara. Kâr ediyorlar bunlarla.

Şike yapılıyor ya da yapılmıyor, bunun bu yazıda bir önemi yok. Önemli olan, Türkiye’nin en büyük kulüplerinden birinin başkanının “şike yaptığı iddiası” ile tutuklu bulunması… Hoş bir durum değil. Bunda hepimiz hemfikiriz. Peki, böyle bir iddia ile tutuklu bulunan başkanın adı kullanılarak taraftarın duygularının ve parasının sömürülmesi? Bu hoş mu? “Başkanımızın en büyük arzusu 1 milyon taraftarımızın 5-10 lira verip bu kampanyaya katılması… Onu bu arzusuna ulaştırmak bir Fenerbahçeli olarak büyük borcumuz.” He, öyledir.

Sadece para mı sömürülüyor? Yo… Zamanı sömüren de var. Milyonları televizyon başına kilitleyenler var. Islı bir adaya yerleştirilmiş, doğayla savaşıyorlarmış gibi görünüp kendi içlerinde güreşe tutuşan, birbirinin kuyusunu kazan, birbirini sırtından bıçaklayan insanlar sunuyorlar. Bir favori yarışmacı, bir amaç sunuyorlar ve milletin zamanını çalıyorlar. Saniye saniye, dakika dakika, saat saat sömürüyorlar insanları. Heyecan, aksiyon, hareket istiyor ademoğlu ama gününün tamamını başka hayatları izleyerek harcıyor, çar çur ediyor.

Napolyon ne Paris Saint Germain için para bağışında bulunmuştur, ne de her Salı saat 21’de televizyon karşısına geçmiştir Survivor izlemek için. O yüzden büyük adamdır. Kısadır, yerden bitmedir, ama büyük adamdır. O, bir amaç satın almamış; kendi amacını kendi elleriyle yapmış.

(Eski yazılarımı bulup bulup koyuyorum buraya.)

29 Haziran 2012 Cuma

Bilinen Bir Hikaye


Bakın size bir şey anlatacağım:
Son.

Böyledir işte. Çoğu hikâye başlamadan biter. Çoğu hayal yarım kalır. Çoğu şey aslında hiç “şey” olmamıştır, düşünceden ibarettir.



25 Haziran 2012 Pazartesi

Burnu Havada

“Estetik kaygılar sebebiyle yapılmış bir ameliyat sonucu, cerrahın elinin ayarı yok diye fazla kalkıp 3000 feet seviyesinde seyreden bir burundan söz etmiyorum. Egoizmden söz ediyorum, kendini beğenmişlikten söz ediyorum, kibirden ve başkalarını küçük görmekten… İnsan bir başkasını küçük görmemeli.”

Millet gerçekten çok tuhaf… Şu giriş paragrafının tamamını okuyup sadece “ülkemizde geçerli olmayan bir ölçü birimini kullanmam”a takılabilecek, bu yüzden beni yerebilecek insanlar var dünyada. Ecnebi memleketlerdeki gibi yazdım ya “fit”i, hava attığımı söyleyebilecek insanlar var. Burnum havada ya benim, o yüzden böyle konuşuyorum. Oysa ne kadar saf ve temiz duygularla konuşuyorum, açıklama yapmaya çalışıyorum, aydınlatmaya çalışıyorum. Ana fikir, havadaki burunla ilgili olası yanlış anlamaları gidermekken bir anda gösteriş yapmış oluyorum.

Bu memlekette medeni bir tartışma yapamamak çok acı. “Ali ata bak. Ali ata bak. Ali ata bak.” yazsam “Söylediklerinin bir kısmına gönülden katılıyorum ama bir kısmına şiddetle karşıyım, ayıp!” diyebilecek insanlar var. Gerçi kısmen haklılar da. “Ali bak. Ali bak.” bir yere kadar… Bir noktadan sonra at da Ali’ye bakabilmeli. At herifler yıllarca kendi sınırlı perspektiflerinden bakmışlar dünyaya, sadece “feet”i gören gibi… Hikâyedeki at da bir kez Ali’ye baksın, istedikleri çok mu?

Bütün bunlardan ne sonuç çıkıyor biliyor musunuz? “Avrupa’daki” yerine “Ecnebi memleketlerdeki” dedim, çok ayıp ettim. Aklımca edebiyat yapıyorum işte… Burnum havada benim.

23 Haziran 2012 Cumartesi

Freud Gibi Damgamı Vuramayacağım Dünyaya

Sigmund Freud
Hey! Hey, ben… Bana diyorum! Duymuyor muyum beni? Duyuyorum, biliyorum, duymazlıktan geliyorum. Bana bir şey söyleyeyim mi? Benden bir yol olmaz.

Ben dünyaya Freud gibi damgamı vuramayacağım mesela. Niye, daha az sapığım ve insana daha büyük ve karmaşık bir şey olarak bakıyorum diye mi? Nedenini bilemem, ama olmayacak yani, bilmeliyim bunu. Tıbba girmekmiş, komiteymiş, finalmiş, zartmış zurtmuş… Hepsi iyi güzel ama tüm bunların sonunda, sonumda, bir Freud olamayacağım. İnsanlar beni hatırlamayacaklar bundan 100 yıl sonra. Bir yerlerde ismim yazacak belki. Belki bir kitabın tozlu sayfaları, belki bir taşınabilir belleğin yongalarında saklı… Ama kimse gerçek manada hatırlamayacak beni. Hani şu an şunu yazıyorum ama bunu bana yazdıran kızın kim olduğunu bilmeyecek mesela hiç kimse. O kız da 100 yıl sonra silinip gitmiş olacak dünyadan. Tüm dünyalar şimdi bizim… Ama ölünce biz dünyanın olacağız, dünya da bizi sindirip devam edecek yoluna. Başka Suskunlarla, başka Gevezelerle…

“Kötü müyüm, neyim var?” diye sormamalıyım kendime. Sahip olduğum her şeyi, şu kolu, şu bacağı, şu benliği, seni, her şeyi saymamı mı bekliyorum benden? Sahi… Onlar da benim değil aslında, dünyanın malı… Yani anlayacağın: Hiçbir şeyim yok, çok iyiyim ben.

Bir Freud bile olamayacaksam şu dünyada ne olmuş? Dünyanın sonu değil ya… Değil işte. Keşke dünyanın sonu olsa… Keşke dünyanın sonunu ben getirsem de herkes tanısa beni, tanımasalar bile dünyaya bir damga vurmuş olsam. Ama getiremem, gelmez ki, ben elimi uzatınca utanır, sıkılır, uzatmaz elini, gelmez peşimden. Ben göçüp gideceğiz, dünya da bizi sindirip devam edecek yoluna.

Gerçekten çok vahim bir tablo mu çizdik? Zannetmem. Evet, dünyaya damgamı vuramayacaksın. Öte yandan umurumda mı iz bırakmak? Önemli olan dünyada bir iz bırakmamız mı? Bence önemli olan dünyadan güzel bir iz taşımak… Yüzündeki stres sivilcelerini kastetmiyorum. Hayır, benim sözünü ettiğim beynimin kıvrımlarına işlenmiş olan, ödül bölgemi harekete geçiren, beni mutlu eden, şu üç günlük dünyada üç günlüğüne de olsa mutlu edebilen şeyler… Ben öldükten sonra iz bırakmışım, hatırlanmışım, ünlü olmuşum neye yarar? Ben ölmüş olacağız. Hatta mümkünse bütün izlerimizi alıp gidelim, üzülmesin kimse arkamızdan ya da sevinmesinler, ben yoksam izlerim de olmasın, kimseye borcum, kimsenin bana borcu kalmasın.

Hey! Hey, ben… Evet, evet, buradaki, bana diyorum. Duyuyorum, biliyorum. Benden bir yol olmaz. Olmasın da zaten. Mutlu olayım yeter.

22 Haziran 2012 Cuma

Kısa Mesaj

Arkadaşlık zor zanaat... Kalitesi de zor anlaşılır türden. İki sene boyunca aynı insanlara emek verirsin, ona "kardeşim" dersin, ama iki gün sonra kavga edince arkandan sana demediğini bırakmış mı? Garantisini veremezsin. Ama... Lütfen! Siz aranız iyi zannederken de bunu yapabilirdi. Beterin beteri var.

Arkadaşlık zor zanaat dedim, çünkü emek istiyor. Herkes der ya hani 'karşılık beklemeden yapacaksın' diye. Yok öyle bi' dünya. Yalan o!

Onun zor zamanında yanındaysan, o da senin zor zamanında yanında olsun istersin. Onun mutluluğuna ortak oluyorsan, o da seninkine ortak olsun istersin. Her şey karşılıklıdır hayatta. Birbirimizi kandırmayalım. Sadece kötü bir şey değildir bu, o kadar...

Kalitesi zor anlaşılır dedim. Ama cesursan eğer, o da sana kolay gelir. İnanın biraz cesur davranırsanız hiç ummadığınız kişilerin aslında size ne kadar değer verdiğini anlayacaksınız. Ben cesurum! Anlamak tek bir mesajıma baktı: "çok kötüyüm, yanıma gelir misin?"

Gerçekten dostunsa eğer, gelir... İşte bu kadar basit.