11 Ağustos 2015 Salı

In Time (film '11)

Vakit nakittir. Bir yabancı sinemacı bu sözü almış filme çevirmiş. Ne kadar ömrünüz kaldığı sol bileğinize gömülü bir sayaçta yazılı ve zaman alış verişi yapabiliyorsunuz. Zenginler ölümsüz olmuşlar, fakirler kırılıp gidiyor. Hayat her gün biraz daha pahalılaşıyor ve saniyeler, saniyeler geçtikçe daha değerli hale geliyor.

Başta Justin Timberlake adını görünce kalitesiz bir film olacağını düşünmüştüm, sonra filmi oyuncuları değil yönetmeni yüzünden izlemeye karar verdiğimi hatırladım. Kurgusuyla, senaryosuyla fantastik bir Robin Hood hikâyesi… Oyunculuk beklediğim gibi zayıftı. Zaten tüm karakterler sahte, plastik bir görünüşe sahipler; daha çok fikre, hikâyeye odaklanmak gerek.

Hikâyede her zamanki gibi fakirler ve zenginler var. Sinemacılar bu grupları keskin çizgilerle ayırmayı seviyorlar. Bir orta sınıftan söz ediliyor belki ama o orta sınıftan kimseyi tanımıyoruz. Belki aynasızlar, “Zaman polisleri” fakirle zenginle iç içe olduklarından orta sınıf sayılabilirler. Sinemacılar zenginleri fakirleri gözümüze sokmayı, sonra fakirlerden birinin diğer zümreye geçişini izletmeyi seviyorlar çünkü bizim gibi basit insanlara bir gün kolayca çok zengin olabileceğimiz inancını aşılamak istiyorlar. Ya da gerçekten buna inanacak kadar saflar. Tabi ki olabilir ama kolayca değil. Çok çok çok çok düşük bir ihtimalle…

Andrew Niccol bambaşka bir insan, bambaşka bir değer. Katkı verdiği her film izlenmeli. Bu adamın filmlerini yeni izlediğim için üzülüyorum. Zaten hepinizin bildiği filmleri yeni yeni izliyorum, hayata geç kalmışım.

15 Mayıs 2015 Cuma

Masa

Kız ve oğlan masaya oturdular. Ufak bir masa, iki tane de sandalye var: Her biri için birer tane. Belki biraz konuştular, belki daha sözler dökülmedi ağızlarından, bir viyaklama sesi geldi: Kızın telefonu. Pek de yakın olmayan, hatta baya baya sevilmeyen bir dosttan mesaj var. Kız elini telefona attı. Sıra dışı bir olay yaşandı ve telefondaki dost ete kemiğe büründü bir anda. O da bir sandalye çekti ve oturdu iki insanın yanına. Kız dost ile mesajlaşmayı sürdürdükçe iyice kısıldı kız ile oğlanın sesi, dost konuşmaya başladı.

Biraz bir süre geçti, sonra bir titreme… Dost kesti sesini ve kızın, gelen mesajı açmasını bekledi. Nabıyon aplikasyonundan bir ileti: Gruptan biri bir karikatür paylaşmış. Paylaşan eleman, kızın yanında belirip ona bir kâğıt uzattı. Kız resmi incelerken eleman da iki kişilik masaya, dördüncü olarak katılmış oldu. Dosta şöyle göz ucuyla bir baktı, sonra kıza dönüp resmi beğenip beğenmediğini sordu. Kız beğenmişti şüphesiz, beğenmese de beğenirdi. Her şeyi beğenirdi kız.

Telefondan yeni bir haber geldi. Aman Allah’ım, o da ne! “Yüz defteri”nden gelen bir fotoğraf haberi: “Ayşegül Ayşeoğlu profil resmini değiştirdi.” Kız, tabi anında gönderdi yorumunu: “Ayşegül’cüm! Bensiz sahil keyfi ha! Ama tatlım, sözleşmiştik, nasıl yaparsın bunu bana?”

Sürekli yeni bir ileti sesi, her sesle yeni bir kişi… Telefona bildirim, masaya insan yağdı. Her bir yandan geldiler, çektiler sandalyeleri. Masa uzadıkça uzadı, sağlı sollu dizildi kalabalık. Hep bir ağızdan ama farklı kelimelerle bağırdılar: Erkekler “Senle birlikte olmak istiyorum Ayşegül ama sadece fotoğrafa yorum yapabilecek kadar cesaretim var.” kızlar da “Hiç beğenmedim, aslında fotoğraftaki kadar bile güzel değilsin ama yine de nezaketen bir yorumda bulunmuş olmak için yazıyorum.”, diye.

Çok geçmedi, nihayet Ayşegül de teşrif etti, onur konuğu olarak. Profil fotoğrafındaki gibi bikiniyle oturuyordu masada. Tabi o sırada tüm erkeklerin gözleri sabitlenmiş Ayşegül’ün kasada… Belki biri hariç, o her şeyi bırakmış, masanın kendisine en uzak ucundaki kıza bakıyordu.

Gıcırtı sesleri geldi, sonra büyükçe bir kitle. Henüz beliren Ayşegül’ün teyzesi, yavaş yavaş koltuğunda yerleşti. Ayşegül’e dönüp “Ayşegül’cüm çok güzelsin, hayırsız annene selam söyle. Elime geçirirsem saçlarını yolacağım onun, kaç gündür aramıyor sormuyor.”, dedi. Ayşegül kısa bir “Tabi.”, deyip, nezaketen sırıttı. Belki teyze gelince ortamın yaş ortalaması arttığından, belki de Ayşegül’ün suratının aldığı o iğrenç şekil yüzünden bir kısım erkek sustular; diğer insanlar birbirleriyle konuşmaya başladı.

Telefonun her çalışında, oynayışında yeni biri eklendi masaya. İki kişilik masa, doğaüstü güçlerin de yardımıyla yaklaşıııık… İşte epey bir kişiyi alacak kadar uzadı o masa, tam bir sayı veremiyorum. Herkes birbiriyle sohbetteydi, tabi konumu gereği, hepsine bizim kız da eşlik etmekteydi.

Şarjı azalınca kızın -“Aman sakın bitmesin!”- başını kaldırdı. Ama oğlan? Oğlan! Şimdi neredesin?

1 Mayıs 2015 Cuma

Un Prophète (film '09)

Bir sebepten hapse giren genç bir adamın hayatta kalmak için pis işler yapmakla başlayan hikayesini anlatıyor film: Hiçbir şeyken bir şey olma hikayesi. Çok kültürlü: Arap, Fransız, Korsikalı, İtalyan. Çok dilli: Arapça, Fransızca, Korsikaca. (Ne Arapça ne Fransızca bildiğimden dil geçişleri hakkında zerre fikrim yok. Ben altyazıyı okudum, geçtim.)

Fransızcanın eğilip bükülemeyen bir dil olduğunu söylerler ve anlaşılan o ki dilimize doğru çevrilmiş ender filmlerden: “Yeraltı Peygamberi” (Ülkemizde direkt “Peygamber” diyemeyecekleri için.) Oysa bu kez biraz daha hayal gücü katıp “Elçi” ya da “Ulak” olarak çevirmek daha doğru olabilirdi. Filmin ana karakteri Malik sürekli haber taşıdı, ilişkiler kurdu, anlaşmalar yaptı, uyumlu oldu; emir verene kadar emir kulu oldu.

Film boyunca dinsel ögeler de vardı var olmasına, kullandığı maddelere bağlı olarak -ve biraz da yaşadığı sarsıntı- sanrılar gördü “elçi” ama bu sanrılar öldürdüğü adamın “Oku”, dediği kısım dışında dinle ilgisizdi. Bu arada dinle gelen ilk mesajın “Oku” olması o kadar anlamlı ki! Üzerinden yüzyıllar geçti, milenyum geçti, hala bu emri yerine getirmekte ne kadar yetersiziz. Malik de okumaya başladıktan sonra ve kendine bir şeyler katmaya devam edip dil öğrendikten sonra yükselmeye başladı.

Baş roldeki Tahar Rahim iki buçuk saatte birkaç farklı forma büründü: Başlangıçta sakal bıyık kıvırcık saç, bolca kıl; sonra kısacık saçlar ve traşlı bir surat; en sonunda da saçma bir bıyık ve kapanış. O saçma bıyık bende de var, iğrenç bir şey. Aşağıdaki fotoğrafları yan yana getirince fark ettim: Işık giderek artmış ve renkler giderek canlılaşmış, Malik’in hayatı gibi.

Filmden Malik El Djebena. (Oyuncu: Tahar Rahim)
Bu filmlere puan mı versem? Zaten bir şey anladığım yok bir de böyle yapmakla iyice haddimi aşmış olur muyum?

30 Nisan 2015 Perşembe

La Piel Que Habito (film '11)

İki Ethan Hawke filmi arasında sandviç yapmalık bir Antonio Banderas filmi: “İçinde Yaşadığım Deri” Bu filmi Predestination’dan evvel, Gattaca’dan sonra izlemek gerek. Baştan uyarayım, filmde çok iğrenç sahneler var. Evet, sinema dünya gerçeklerinden arınmış temizlenmiş olmamalı ve gerektiğinde elini kirletebilmeli ama bunu yapmasa da -varsa- aynı ana fikri verebilirdi bizlere.

Filmde kafayı deriyle bozmuş bir cerrah ve üretmek istediği malzemeyi üzerinde denediği, evinin bir odasında kilitli tuttuğu bir kadın var. Olayın o yönü enteresan farklı bir hayal gücü, herkes izleyip görür zaten.

Aslında cerrahın annesi olduğunu sonradan öğrendiğimiz yaşlı bir teyze var. Biri zenginden öteki fakirden iki çocuğu var kadının. Hayvan olan oğlu (kaplan) insan olanın (cerrah) karısıyla kaçıp üstüne bir güzel de kadını yakmayı ve tanınmaz hale getirmeyi başarmış. Anne, hayvana yine de evin kapılarını açıyor ve yıllar önce beraber kaçtığı kadının tıpkısının aynısı bir kadınla aynı çatı altına sokuyor. Bunu ana yüreğiyle açıklamak mümkün değil. Anneler bu kadar aptal değiller. Saftırlar ama daha çok korumacıdırlar. Çocuklarının ellerini kirletmelerine de izin vermezler, çocuklarını kendilerinden bile korurlar. Bu filmdekiyse mal bir kadın!

Deneyleri yüzünden insana işkence eden bir doktor… Anneler gibi bilim insanlarını da yanlış tanıtan bir film: Gerçek bilim bu değil! Gerçek bilimde sadece masum canlılara işkence edilir, sadece masum yaratıklar üzerinde deneyler yapılır, sadece zararsız hayvanlara ciddi zararlar verilir; insanlara değil.

26 Nisan 2015 Pazar

Ida (film '13)

Geçmiş dönemlerin anlatıldığı filminde çok sıradışı, çok yenilikçi bir şeyler denemek isteyen hepsi gibi, bunda da eskilikçi bir tarzı (filmini siyah beyaz çekmeyi) seçmiş yönetmen. Neyse ki konusunu özgün, daha önce hiç işlenmemiş(!) bir olayı, olayın belki de en önemli(!) karakterlerinden birinin bakış açısıyla anlatmayı (nazi Almanya’sı Yahudilerini bir rahibenin gözünden yansıtmayı) seçerek bizi hayal kırıklığına uğratmaya devam ediyor.

Bu filmde güzel olan sadece iki şey vardı. İlki herkesin ortak görüşü: Agata Trzebuchowska.

Agata Tsdlkfjaıjasd’nın herhangi bir oyunculuk deneyimi olmadığından film boyunca tek işlevi -seni, beni, erkeği, kadını, yaşlıyı, genci- güzelliği ile büyülemek; kız süs olsun diye konmuş oraya. Boş boş duruyor, ağlıyor olması gereken zamanlarda -yaşarmayan- gözlerini siliyor, kızgınlık ya da şaşırma durumlarında da o gözleri belertiyor. (Şu kızın kızıl saçlarını gri gösterdiği için de sinirliyim filmin renksiz oluşuna.)

Kendisiyle aynı yıl Oscar’ı alan Birdman’deki renklilik ve tek plan çekimin akıcılığına, heyecanına taban tabana zıt, renksiz ve sabit kamerayla çekilmiş bir Ida.

Sabit kamerayla çekim… Kamera bir yere -sağlam bir yere- konuyor, bir daha da dokunulmuyor. Oyuncu televizyona, sinemaya çıkmak istiyorsa -öyle oturduğun yerden para kazanmak yok- kameranın önüne geçmek zorunda. Bu, kameranın hareketsiz oluşu, rahatsız edici bir ayrıntı değil. Hatta filmde güzel olan iki şeyden ikincisini, intihar sahnesini, çok daha etkileyici kılıyor.

Agata Tasdkljnfafs’nin vikipedi sayfasında oyuncu olduğu yazıyor. Rol yapmayı bilmeyen bir aktris… Gattaca’da da işlendiği gibi: “Tanrının pürüzsüz yarattığına kim çentikli diyebilir?” Agata Tsdasghkjlokdf, güçlü genlerle, doğuştan şanslı doğmuş; çalışarak edinilemeyecek, insanlığın en çok değer verdiği şeylerden birine, güzelliğe sahip. Allah’ın yaptığını eleştirecek değilim, sahibine bağışlasın.

Agata Tsaojdaoıdas'nın fotoğrafını da koyayım ki sayfa daha çok hit alsın.
(Kız gerçek bir oyuncu olmasa da Natalie Portman'dan daha doğal gülüyor.)

24 Nisan 2015 Cuma

Gattaca (film '97)


Girişindeki yazı ile mest etti beni, aslında Hristiyanların kitabından bir alıntıymış: “Tanrının el işine bakın. Onun çarpık yarattığını kim düzeltebilir?” Bu söze inat, genlerinden kaçmaya çalışan bir adamın ve hayallerine ulaşmak için yaptığı fedakârlıkların hikâyesi.

Uzaya olan ilgi ve engin bilgi birikimine rağmen genleri bozuk olduğu için ayrımcılığa uğrayan Ethan Hawke, (O “bozuk” denen genlerle bile cem değil Ethan Hawke olmuş!) hayallerine ulaşmak için çeşitli dalavereler çeviriyor. Konusunu daha fazla anlatmayayım.

Karaktere bakınca kendimi buldum biraz. Üstelik hayat o insanlara bazı açılardan benimkinden çok daha kolay: Kanını, tükürüğünü, idrarını vermediğin sürece kimse ne mal olduğunu bilmeyecek; oysa beni anlamak için yüzüme bakmak yeterli. (Öte yandan çiftlerin gelecekle ilgili planlarını tükürük örneği/saç alışverişi yaparak belirledikleri bir gelecek…)

İki kardeş: Biri doğuştan şanslı; ötekineyse daha doğduğu gün 30 yıl ömür biçilmiş. Oysa sadece azim, “eksik doğan”ın muhteşem genlerle donatılmış olanı aşmasına yetiyor. Sinemacı insanların biz doğuştan çöp olanlara umut vermek için pompaladığı gaz, başka bir şey değil. Hayattaysa doğuştan şanslı adamlar kaybetmezler. (Bu tarz eşitsizliklere Türkün bakışı hayranlık uyandırıcı: “Efruz” dururken “Vicdani” de kimmiş?)

Bu yazıya filmdeki doktoru anlatmak için başlamıştım: Çalıştığı kurumun ve dönemin politikalarına, başındaki onlarca aynasıza, kendisine baskı yapan bir dolu insana rağmen -azim gösteren, fedakarlık yapan adamın- zayıfın yanında oldu doktor. Başından beri farkındaydı ama “geçersiz genli” olanı ifşa etmedi. Dürüst olayım: Ben yapmazdım. Hatta başrolün foyasını ortaya çıkarmış olmakla övünür, saygı beklerdim. Adamsın doktor.