22 Temmuz 2012 Pazar

Başıboş Çocuklar

Çocuk acil servise 17 yaşında bir delikanlı geldi. Sol kolda iltihaplı kesiler… Kendisi, bizzat yapmış. Maket bıçağıyla kesmiş kendini, sağ eli sol koluna resim çizmiş sanki. Sevgilisi canını sıkmış çünkü. E, bizimki durur mu? Hemen kola jilet! Kesince değil, iltihap kapınca geliyor acil servise. Asistan doktor soruyor “Neyi çözdün kendini keserek? Ne değişti?” diye, “Sen kendini kestin, kıza ne oldu?”. Cevap veriyor: “Onu da kestim.” diye. Çocuk ruh sağlığına gönderiliyor, yanında “adli tutanak” ile beraber.

Bu kez bir kız giriyor ön muayene odasına: 13 tane Parol içmiş. Kaç miligramlıktı hatırlamıyorum. Hadi bu ölüme göz kırpmış hafiften. Ama daha sonra gelen 5 tane İbuprofen içen kız… 10-12 tabletin sadece 5 tanesini içip gelmiş. Neşesine de diyecek yok. Kuzeniyle gelmiş, gülüp eğleniyorlar. Aktif kömür diye illet bir şey var, iğrenç bir tadı, daha da iğrenci siyah bir rengi var, ondan yediriyorlar ona, gönderiyorlar sonra. Koşup kendisini terk eden sevgiliye “Senin için intihar ettim ama hızlı müdahale edildi, ölemedim. Seni seviyorum, bana dön. Dönmezsen yine intiharı denerim.” diyebilmesi için.

Birkaç hap alanlar vardı. Bu kez tek hap alan bir kız geliyor. Bu kızımız 1,5 yaşında… Anneannesi bebeğin kustuğunu görüyor ve kusmuğun içinde bir tane antidepresan hapı… Tabi bilinmiyor başka bir tane yutup yutmadığı. Antidepresan boncuklu tabancaların boncuklarından da ufak bir şey… Onlarca bile yutmuş olabilir. Sarışın, şirin ama kendisine çevrilmiş onlarca göz yüzünden ağlayan küçük bir yaratık… Midesi yıkanıyor vakit kaybetmeden. Aktif kömür yediriliyor ağlayan kıza. 24 saat hastanede, gözlem altında tutuluyor. Sonraki gün gördüğümde gülümsüyordu bana, inanılmaz güzel bir yaratık!

Çocuk acilde 21 yaşında bir çocuk… Evet, yasal olarak çocuk değil ama kafa olarak tam bir çocuk… Çocuğunu düşürmüş. Yok, yok… Bildiğiniz manada düşürmek… 50 santimetre yükseklikten düşmüş bebek. Hasta hikâyesi alınırken “Kustu mu?” sorusuna “Ya bilmiyorum, siz hemen bütün testleri yapsanız?” diye cevap veriyor. Filme gönderildikten sonra beyin cerrahını bekliyor bebek. Beyin cerrahı geliyor nihayet ama anonslara rağmen aile ortada yok. İşte bu noktada kahraman stajyer doktor adayı giriyor devreye: Ben. Arıyorum, buluyorum aileyi. Gidiyorum ailenin yanına, anons edildiklerini, beyin cerrahının bebeği muayene edeceğini söylüyorum. Toparlanıp giriyorlar acil servise. Cerrah başka bir bebeyi muayene ediyormuş, aileye biraz beklemelerini söylemiş. Anne çıldırıyor. Hakaretler, bağırmalar, “Daha çağırılmamışız, bizi boş yere kaldırdın!”lar ile iyi bir fırça atıyor bana. Bebeğin kafasının kırıldığı ortaya çıkıyor.

Demem o ki: Çocuklara sahip çıkılması gerek. Çocukların başının boş bırakılmaması gerek. Kollarını kesen çocuğun babası daha dikkatli olmalıydı mesela. Hap alanların arkadaş çevresi, kimlerle takıldığı, neler yaptığı kontrol edilmeliydi; neler yapabilecekleri de kestirilebilirdi böylece, önlem alınmalıydı. Ortalarda antidepresanlar da bırakılmamalı mesela. 30 günlük kafası kırılmış bebeğin annesi… O çocuğu nasıl başıboş bırakabilirsin ki? Peki ya anneannesi… Kızının o küçük beyinle çocuk yapmasına nasıl izin verebilirsin ki?

Not: Asistanlardan biri söylemişti “İntihar edenlerin %80’i kadınken ölenlerin %80’i erkektir.” diye. Bu haftaki vakalardan da belli bu… Kızların hepsi hap almışken erkek kendini kesmiş.

Not 2: Hayır, kızların hepsi hap almamış. Son kız: 21 yaşındaki anne… Onun sorunu hap almamış olmasıydı zaten. Doğum kontrol hapları komple bir jinekolojik muayene gerektiriyor, kullanılmamasını anlarım. Ama “ertesi günü hapı”nın başarı oranı %97-98 arasında bir şey. Gerçi ayda sadece bir kez kullanılması gereki… Neyse artık. Çok uzadı bu yazı.

7 Temmuz 2012 Cumartesi

Tanıdık

Nedense tanıdıklarla karşılaşmayı hiç sevmiyorum. Asosyallikten değil, zannetmem ama uzaktan tanıdığım “günaydın” bile demediğim kişileri okul dışında görünce ister istemez üzerimde bir baskı oluşuyor. Selam vermesem “bak bak havalara bak” diyecek, selam versem “sanki okulda konuştuğumuz var açık mert korkusuz!” diyecek. Yukarı tükürsem bıyık, aşağı tükürsem yine bıyık…

Daha geçenlerde başıma geldi. Orduevi değil ki yolgeçen hanı çalıştığım yer! Ne iş yaptığım da belli değil. Başlarda cankurtaranlık yapıyordum, sonra kimse boğulmaz dediler, girişe attılar, bir ara bilgisayar biliyorum diye kasiyerlik yaptım, şimdilerdeyse aşçıyım. Bandanam bile var. Ne hoş değil mi? Üç vakte yarbay olarak çıkacağım orduevinden. Muhasebeci mi izinli? “Resesif’cim, bilgisayar biliyordun değil mi? Tamam canım matematik gibi zaten, topla çıkar denkleştir hesapları.” diyorlar. Tip tip bakışlarımdan olacak, çabucak vazgeçip bir askere verdiler o görevi. Allah razı olsun!

Tanıdıklardan mı bahsediyordum? Ha, evet, niye böyle oldu? Neyse... Kasiyerlik yaparken denk geldim. Göz göze geldik. Tepki vermek için üç saniyem vardı. Ya tanımazdan gelecektim ya da selam verecektim, iki basit seçenek… Bir adım önümdeki adama el salladım! İki seçenek varken “merhaba” demem ya da siktir etmem gerekirken ben iki karış önümdeki adama el salladım. Saçmalık. O da şaşırdı şapşallığıma zaten. Neyse efendim belki önümdeki lanet olası bilgisayar donduğu, belki de ben kasiyerliği fazla beceremediğimden üç kere koştum diğer kasaya ve çok şükür siparişini aldım.

Tanıdıklar neden benim tanıdık torpiliyle kazanç sağlayabileceğim yerlerde karşıma çıkmaz ki zaten? Şans işte...

6 Temmuz 2012 Cuma

Son Yüzyılın Bağımlılığı

Size son zamanlarda, özellikle 20’nci yüzyıldaki aşırı modernleşmeyle yükselişe geçen bir bağımlılıktan, zararlı bir alışkanlıktan söz edeceğim. Ne olduğunu hepimiz çok iyi biliyoruz ama isim vermek istemiyorum, X diyeceğim. İsmini kullanmak bile ona olan ihtiyacı körüklüyor çok kez. Sonuna kadar okursanız sevinirim. Zira bunun iyi bir şey olduğunu iddia edenler bile vardır aramızda. Anlattıklarımın bir kısmı bilmediğiniz, farkına varamadığınız şeyler olabilir, elimden geldiğince açıklamak, aydınlatmak isterim.

Her zararlı alışkanlığa az çok nasıl başlandığı bellidir: İnsanın başına bir şey ya meraktan ya arkadaştan gelir. X için de öyle. Çevrede o kadar fazla kullananı vardır ki kaçamazsın ondan. Nereye baksan bir başkasını görürsün. Hani pipo gibi seyrek değil ki, toplumda çok fazla vaka var. E, dolayısıyla insanın merakını cezbediyor. “Acaba ben de mi denesem?” Hani başlayıp düzenli olarak kullanmak için değil, merak edersin nasıl bir şey olduğunu, neler hissettirdiğini. Başlayıp sonra bırakırsın, sırf nasıl bir şey olduğunu deneyimlemek içindir bu. Bırakamazsın. Birçok kez de arkadaşlarda görüldüğü için, onlardan geri kalmamak için, kendini yalnız, dışlanmış hissetmemek için başlanır. Uzun süre görmezden gelsen dahi bir gün, elbet bir gün gelir o soru: “Sende var mı? Niye yok?” Sanki herkeste olmalıymış gibi bir his belirir içinde, için içini kemirir. Belki bir şekilde başlarsın da…

(Burada bir not: Eskiden X’i kullananların yaşı daha yüksekti. Ama şimdi biraz daha dikkatli bakarsanız çevrenize başlama yaşının ilköğretim dönemindekilere kadar düştüğünü görebilirsiniz.)

Başlarsın. X o kadar büyülü bir şeydir ki nasıl bir illet olduğunu fark edemezsin. Başlarda kendine güvenini arttırır. Zekisindir, güzel/yakışıklısındır, etkileyicisindir, insanlar imreniyordur sana. Dünya çok daha pembe görünür gözüne, sanki hiç sorun yoktur veya vardır ama X ile her şeyin üstesinden gelirmişsin gibi. Gelememeye başlarsın. En başta da X’le ilgili sorunları çözemezsin zaten. X için para/zaman/enerji harcamak zorundasındır. Sana güç veren X günler geçtikçe gücünü emen bir yaratığa dönüşür. X’e devam edebilmek için kendini, hayatını değiştirmek zorunda kalırsın. Arkadaşlarından da uzaklaşırsın yavaş yavaş. Oysa onlar da senin gibi X kullanan insanlardır. Demek ki seni X kullanmazken yalnız hissettiren sendeki bir eksiklik değil, X’in onları kendi küçük dünyalarına hapsetmesiymiş. Senin dünyan da küçülür, daralmaya başlarsın. Derslere veremezsin kafanı, aklın fikrin X’tedir. Nefes almakta güçlük çekersin. Bir gün işler çok dayanılmaz bir hal aldığında da bırakırsın X’i. Bırakamazsın.

X’i diğer bağımlılıklar içinde kısmen özel yapan şudur: Kullanmaya devam ettikçe “ne kadar zarar verdiği” düşüncesiyle doluyken kafan, bıraktığında aklında sadece “başladığında aldığın o benzersiz tat” vardır. Dolayısıyla bir kez başlayınca hep olsun istersin. Diğerleri için hayat güllük gülistanlıktır. Hem X kullanıp hem de dertsiz tasasız yaşayabilmektedirler, sen niye yapamayasın? Yoksunluk belirtileri baş gösterir. Hemen şimdi X’e ihtiyacın vardır. Hemen şimdi beyninin ödül merkezini uyarmak zorundasındır. X’sizlik dayanılmaz bir hal alır. Bir şekilde bulursun X’i ama sana zarar veriyordur, bırakmak zorundasındır. Bırakırsın, ama yoksunluk? Hayatın sonuna veya tedavi olup X’i vücudundan tamamen atana kadar (ki genelde evlenince geçer) devam eden bir döngü…

Bu yüzden benim size önerim etrafınızda ne kadar çok mutlu çift görürseniz görün, sevgililik müessesesinden uzak durun. Mümkünse görücü usulü evlenin hatta. Çünkü X, sevgililik, çok kez insanı buhranlara sürükler ama bağımlılık da yapar. Artık ne sevgiliyle, ne sevgilisiz yaşayabiliyorsunuzdur.

1 Temmuz 2012 Pazar

Amaç Satıcısı

Bu hayat amaçsız çekilmiyor. Bir amaç için ölmeleri saymazsak insan, içinde bulunduğu hayata tutunmak için kullanıyor amaçları. Amaçlar, bizi bu dünyaya bağlayan araçlar gibi… Bu araçtan yoksun olan insan, intihara meyilli oluyor. Eh, hayatı sevdiğimiz de bir gerçek… İntihar tarzı manyaklıklardan uzak durmak için amaç arıyor insan, buluyor, kaybediyor, sonra yeni amaçlar arıyor. Bununla sınırlı değil insan-amaç ilişkisi. Ee, madem insan amaçsız yapamıyor ama çok kez bir amaç da bulamıyor, bu noktada da amaç satıcıları giriyorlar devreye, yararlanıyorlar insanın çaresizliğine çare, dertsizliğine dert arayışından: Amaçlar veriyorlar insanlara. Kâr ediyorlar bunlarla.

Şike yapılıyor ya da yapılmıyor, bunun bu yazıda bir önemi yok. Önemli olan, Türkiye’nin en büyük kulüplerinden birinin başkanının “şike yaptığı iddiası” ile tutuklu bulunması… Hoş bir durum değil. Bunda hepimiz hemfikiriz. Peki, böyle bir iddia ile tutuklu bulunan başkanın adı kullanılarak taraftarın duygularının ve parasının sömürülmesi? Bu hoş mu? “Başkanımızın en büyük arzusu 1 milyon taraftarımızın 5-10 lira verip bu kampanyaya katılması… Onu bu arzusuna ulaştırmak bir Fenerbahçeli olarak büyük borcumuz.” He, öyledir.

Sadece para mı sömürülüyor? Yo… Zamanı sömüren de var. Milyonları televizyon başına kilitleyenler var. Islı bir adaya yerleştirilmiş, doğayla savaşıyorlarmış gibi görünüp kendi içlerinde güreşe tutuşan, birbirinin kuyusunu kazan, birbirini sırtından bıçaklayan insanlar sunuyorlar. Bir favori yarışmacı, bir amaç sunuyorlar ve milletin zamanını çalıyorlar. Saniye saniye, dakika dakika, saat saat sömürüyorlar insanları. Heyecan, aksiyon, hareket istiyor ademoğlu ama gününün tamamını başka hayatları izleyerek harcıyor, çar çur ediyor.

Napolyon ne Paris Saint Germain için para bağışında bulunmuştur, ne de her Salı saat 21’de televizyon karşısına geçmiştir Survivor izlemek için. O yüzden büyük adamdır. Kısadır, yerden bitmedir, ama büyük adamdır. O, bir amaç satın almamış; kendi amacını kendi elleriyle yapmış.

(Eski yazılarımı bulup bulup koyuyorum buraya.)