18 Aralık 2011 Pazar

Ölüm Bekleme Listesi

Niyet ettim, okulun halkla öğrenciyi buluşturan grubunun bu seneki organ bağışı etkinliğine katılacaktım. Eğitimini aldım. Plana göre bugün garda organ toplayacaktım. Ama kıyısından köşesinden de olsa girdiğim her iş gibi bunu da kuruttum. İptal oldu. Olsun.

Kısa ve net konuşacağım, bir şeye özen gösterdiğimde bir şekilde batırıyorum, buna özen göstermek yok.

“Organ Bekleme Listesi” değil, “Ölüm Bekleme Listesi” olmalı o listenin adı. 80.000 böbrek yetmezliği olan hastanın 200’ü organ buluyor. Demem o ki: Öldükten sonra hiçbir işinize yaramayacak o organlar, verin gitsin.

19 Eylül 2011 Pazartesi

Düşürmeyi Öğrenmek

Hepimizin hataları var. Hiç kimse mükemmel değildir. Ben bile değilim, demek ki kimse değil. Yani mükemmel olmaya çalışmak yerine mükemmele yaklaşmaya çalışmalıyız. Her şeye sahip olmak yerine sahip olduklarımızdan en yüksek verimle yararlanmak olmalı amaçlarımız.

Bu aralar kafamı jonglörlüğe taktım. Becerebildiğim söylenemez ama deniyorum. Hayır, yukarıdakilere bağlayabilmek için “Üç topla yapamıyorsanız tek topu havada çevirmeye çalışın.” demeyeceğim. Bir siteden aldığım öneriyi paylaşmak istiyorum sizinle. “Üç toplu ardı ardına” adlı tarzı öğrenmek isteyenlerin, metinin başında bulduğu not bu:

“İlk öğrenmeniz gereken şey topları düşürmektir. Jonglörlük öğrenmeyi zorlaştıran yegâne şey, topları düşürmekten korkmaktır. Aslında topları düşürmeyi en başta öğrenmek, ileride işinizi çok kolaylaştıracak. Topları havada tutmaya çalışırken düşme riski olan topların peşinde koşmaktansa düşmelerine izin vermek daha eğitici olacaktır. Bir kere bu refleksinizi yenerseniz bundan sonra yapacağınız birçok harekette daha korkusuz olacağınızı göreceksiniz.” (jonglörlük.com)

Hani hep derler ya “Korkularınla yüzleş, yüksekten korkuyorsan ağacın tepesine çık, karanlıktan korkuyorsan kömürlüğe gir.” diye, bu da aynısını öneriyor aslında. Korkuyla değil, bir gerçekle yüzleştirmek istiyor seni; hata yapabildiğin gerçeğiyle.

Hata yapınca yola devam edememek, dönüp dönüp o hataya bakmak, kendine kızmak her zaman yapılabilecek ama hiçbir kazanç getirmeyen şeyler… Önemli olan kendimizi hatalarımızla kabul etmek, hatalarımızla sevmek… Yapılması gereken hatalara kızmak yerine onlara alışmak ve belki bir anda değil ama zamanla onlardan kurtulmak... Hatalarımızın bizim üzerimize binip ağırlık yapmalarına, bizi yavaşlatmalarına izin vermek yerine jonglörlükteki toplar gibi yere düşmelerine izin verip yolumuza daha hafif ve daha hızlı devam etmemiz gerekiyor.

Elimizdekini düşürmeyi öğrenmek gerekiyor, düşmeyi öğrenmek gerekiyor.

18 Eylül 2011 Pazar

Temassızlık

Formspring değişik bir icat vesselam. Anonimlerimle güzel bir dinamizmimiz var(dı). İhtiyaçları olan tek şey benim bilgece konuşmayı sevdiğimi, aslında öyle erdemden falan çok da anlamadığımı görmek… Sonrasında daha fazla sürdürmeyeceklerdir bu oyunu. Onlar soru sormayı bırakınca ben de susarım illa ki Formspring platformunda. Öte yandan bende platform bol… Hadi oradan aldıklarımı sizlere satayım.

Sıcakkanlıymış insan. Vücut sıcaklığımız 37 derece diye hemen bu yorumu yapmışız. Ama aslında sıcaklığın görece yüksek olmasından değil, değişmemesi bize “sıcakkanlı” unvanını kazandıran. Yoksa bizden sıcak soğukkanlılar da yok mu? Var tabi. Dediğim gibi, bizim olay sıcaklığın değişmemesi ya da az değişmesi… Sıcaklıkta değişkenliğin olmaması homeostazi diye bir şeyi sağlıyor içimizde. Yani iç denge…

Siz inanıyor musunuz buna, iç denge diye bir şeyin olduğuna, insanın dengeli bir yaratık olduğuna? Bir an yüzündeki gülümsemenin sıcaklığıyla size güneşi armağan edebilecek insanın bir başka an, belki sadece saniyeler sonra ve belki de ona hiçbir şey yapmamış olsanız da suratının soğukluğuyla size soğuk duş etkisi yaptırdığı oluyor. Bu mu dengeli?

Ya da sorun, o kişinin sizin henüz farkına varamadığınız sorununu anlatmamasında belki. Bu daha mantıklı galiba… Bir sorun olması ama bundan sizin haberdar olmayışınız. Evet, böyle bir huyu da var insanoğlunun. Paylaşmaya en çok ihtiyaç duyan varlıklardanız ama paylaşmayı ya sevmiyor ya de beceremiyoruz. Sıcak bir sohbet şu tepedeki güneş kadar (eğer gece okunuyorsa bu yazı, yıldızlar) ucuz… Fakat gidip ihtiyacımız olanı almaktan aciziz.

En sevdiğim şeydir sohbet etmek… Eminim iyi bir tane bulduysanız siz de bağımlısı olursunuz bunun, bu eylemin. Sanırım önce bulamamaktan, sonra da bulsak da ondan tat alamamaktan konuşmaya çekinceli yaklaşıyoruz. Oysa sosyal varlıklardık hani, sosyalleşmeyi beceremiyoruz. En önemli gereğini, iletişimi yerine getiremiyoruz. Sonra sevdiklerimizi paranoyaklaştırıyoruz. Belki de hiç onunla ilgisi olmayan bir konuda, ona kötü davranıyoruz. Bunu ona anlatmak da istemiyoruz, o bunu ne kadar hak ediyor olsa da görememekten belki.

Anonimimin derdi de bundan kaynaklanıyor muhtemelen. Bir sorun var ama bunu bir türlü öğrenemiyor Anonim.

Evimdeki kulaklıkları sayıyorum. 6 taneler… Hepsi de aynı dertten muzdarip: Tek taraf çalışıyor, öteki bozuk. Hala bir taraftan ses geliyor olması kulaklığın o tarafı için her şeyin düzgün, normal gittiği anlamına geliyor belki. Ama tüm sistem için öyle değil işte. Yetmiyor. Bir tarafın her şeyden haberdar, sesi alıyor olması yetmiyor. İki taraf da bilmeli neler olup bittiğini, biri bilirken öteki soru işaretlerine gömülmemeli. Peki, sorun nedir bu kulaklıklarda? Sorunun adı temassızlık… Kulaklık kablosunun içindeki teller bir tarafa fazla bükülü kalınca bir süre sonra diğer tarafla temas kesiliyor. Öyleyiz işte ilişkilerimizde: Temassızlık var, iletişimsizlik var. Siz karşınızdakine, sevgilinize, en yakın arkadaşınıza, annenize, babanıza kendinizle ve yaşadığınız sorunlarla ilgili bilgi vermemekte sakınca görmeyebilirsiniz. Ama kulaklığın öteki tarafında soru işaretleri, kendini suçlama ve sizin moralinizin bozuk olması kaynaklı moral bozuklukları var. Bunu hak etmiyorlar.

6 Ağustos 2011 Cumartesi

Şimdi Radyo Vakti

Sabahları uyanmanın en güzel ödülüdür kıvırcık saçlı epey geniş gösteri adamı Geveze. Geveze adını kullanıyor. Gerçek adını saklamasının bir sebebi olmalı. Ama benim umurumda mı? Hayır Jozi Zalma, umurumda değil. Sana saygı duyuyorum, işini çok iyi yapıyorsun ama eskiden kendi adınla program yapıyor olmandan güç alarak bu ifşa pisliğini yapabilirim. Türkiye’nin, abartmadan söylüyorum, en iyi sabah şovunu yapıyor bu adam. Her gün için bir konu seçiyor ve bir soru soruyor konuyla alakalı. Telefon bağlantılarıyla, internetteki yorumları paylaşmasıyla küçük çaplı bir beyin fırtınası yaptırıyor programında. Çeşitli tiplemelerle, konuklarla renklendiriyor şovunu. Hazırlıksız, sürekli kendini ileriye taşıyan sohbet ortamıyla saatleri akıtıyor. Nihayet şovunun bana göre en güzel bölümüyle sonlandırıyor günü: “Vee… Veda zamanı…” Eğitici öğretici enfes bir hikâye anlatıyor her gün. Bunlar bazen kitabından sayfalar oluyor, bazen önceki gün için yazılmış bir eleştiri… Şunu söylemek gerekir ki 20 yılı aşkın süredir, halka karşı olan sorumluluğunu layığıyla yerine getiriyor: Halkı kendisinden mahrum etmeme sorumluluğu…

Bay J - Geveze
Madem Bay J’den kaçış yok, ondan keyif almaya bakın. Bay J’nin kendi sesinden duyduğunuz sloganı bu. Ahlaksız, belden aşağı, başınızdan çok daha yukarı ya da trajikomik hikâyeler… Aşağı yukarı her şeye dair espri var programında. Onun her anonsu, önceden hazırlanmış ama esprinin hakkını veren yazılardan oluşuyor. Haberleri derliyor, internette gözüne çarpan olayları seçiyor ve hepsine kendine has mizahi üslubuyla yepyeni bir soluk getiriyor. Radyonun ana şovu iş çıkışı saatlerinde yapılır, bu saatlerse Bay J’ye tapulanmış. Aynı zamanda Geveze’nin yıllardır en yakın arkadaşıdır Bay J. Ona laf söylemekten geri kalmaz, aynı radyonun sabah şovunu sunan adama giydirir durur. Ama bu tatlı rekabet muhteşem esprileriyle gülmekten kırıp geçiren Bay J’nin değil, Geveze’nin üstünlüğüyle biter genelde. Kim bilir, belki de yılların ezikliği, her gün Bay J’ye laf sokmadan rahat edememesine sebeptir. Bu arada onun da herkesten sakladığı bir gerçek ismi var tabi ki: Jerfi Benveniste.

Onur Yar
Başka bir radyo kanalında gece yarısı… Bu kez şov dünyasında da kendi ismini kullanan biri, Onur Yar size eşlik ediyor. Büyük ağabeylerinin gölgesinde, ya da gecenin karanlığıdır bu, günün son ve ilk saatlerinde yapıyor programını. Diğer ikili gibi değil, biraz daha gelenekçi, biraz daha sıradan… Bozuk saat misali günde iki kez doğruyu gösteriyor ve ben o iki doğru için dinlenmeye değer buluyorum onu. Bazıları gibi geriden takip de edebilirdi zamanı, ya da önde olduğu yanılgısıyla kocaman bir burna sahip olabilirdi. Herhangi bir konuda konuşmak üzere her türlü konuğu bağlıyor programına. Onun programına tam bir arkadaş ortamı havası hâkim… Telefonlara bizzat kendisi cevap veriyor. Ayrıca bir de tarihte bugün bölümü var. Bazen ilginç ayrıntılarıyla ufkunuzu genişletmenize imkân veriyor. İnsan ilişkilerine dair çok güzel yorumlar duyabilirsiniz ondan.

Kendileriyle dalga geçmekten kaçınmayan, sıcakkanlı, yaşayan insanlar… Üçü de konuşan renksiz kutunun içinden hayatınıza yeni renkler katıyor. Kulaklıklarınızı kulağınıza takıp o çok sevdiğiniz müzik çalarınızla dünyadan kopmak yerine ondan çok daha sıcak bulduğum radyoyu deneyin. İlla ki pişman olacaksınız. Ama getirilerinin olumsuzluklarından fazla olduğunu anlayacaksınız sonunda. Pink Floyd gibi kötü bir istisnası var ama nostaljik olan güzeldir genelde.

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Kız Arkadaşın Ailesine, Annesine Açık Mektup

Merhaba anneciğim… Bu şekilde hitap ettiğim için hemen rahatsız oldunuz, farkındayım. Asıl sorun da bu belki, bunu hala kabullenememeniz… Ben yine de hanımefendi diye hitap edeyim, rahat edin.

Muhteşem bir kız yetiştirmişsiniz. Ona âşık olduğumu fark etmeden önce, daha hayallerimdeyken bile biliyordum bunu. Gerçek olabileceğine ihtimal vermiyordum ama gerçekmiş. Güzel, zeki, şefkat dolu, inanılmaz bir yaratık o. Bizim kızımız da ona benzesin istiyorum. Hemen her şeyini ondan alsın, bendense sadece şansımı… Kızınızla tanışmamı sağlayan o büyük şansımı…

Evet, muhteşem bir kız yetiştirmişsiniz ama hala yeterince yetişmediğine inanıyorsunuz. Kızınız üniversiteye gidiyor artık. Bu öyle bir eşik ki kızınızın artık kendi kendini yetiştirebileceği anlamına geliyor. Hanımefendi, farkında olmayabilirsiniz ama kızınız reşit artık. Sizin rızanız olmadan kocaya kaçabilir, aile kurabilir, salya sümük içinde geri de dönebilir. Yaşını bahane edip “Daha çok küçük…” diye gezinmeyin ortalıkta rica ediyorum. Evet, sizin küçük kızınız, yaklaşık 20 yaş var aranızda. Ama ne olursa olsun eşşe… ceylan kadar oldu. Bunu kabul edin artık.

Kızınızla iç işlerimizde serbest, dış işlerimizde birbirimize bağımlı olmamız gerekiyordu. Fakat iç dış bütün işleri siz kontrol etmeye çalışıyorsunuz. Çünkü kızınız her an bir hata yapabilir. Bakın hanımefendi, evet, o sizin parçanızı, genlerinizi taşıyor. Bu, onun yüzde ellisini size ait yapmaz; sizi onun annesi yapar. Kızınız kendini bilmez, aklı havada, aptal biri değil. Eğer gerçekten büyük, kabul edilemez bir hata yapabileceğine inanıyorsanız sorun sizde, onu yetiştirende. Gerçekten kötü bir anne miydiniz? Değildiyseniz de bu kontrol deliliğiniz sizi öyle gösteriyor. Ona hak ettiği özgürlüğü verin, sadece hakkı olanı…

“Erkekler kötüdür. Kızınızdan yararlanabilirler, üzebilirler onu, yüzünüzü kızartabilirler.” Bir konuda hemfikiriz: Erkekler kötüdür. Kızınızın üzerinde gördüğüm her göz için aynı içgüdüyle hareket ediyorum ben de. Ama şu ikinci cümle… Aynı siz, kızınıza “Ben sana güveniyorum güzel kızım ama çevreye güvenmiyorum.” da diyordur mutlaka. Çok yanlış buluyorum bu düşünceyi. Hele “Ben çevreye hiç güvenmiyorum güzel kızım, ama sana güvenim tam, beni üzmezsin.” gibi bir alternatifi varken… “Onu siz yetiştirdiniz.” dedim ya. O bir pislik yaptığında değil, siz onun bunu yapabileceğine inandığınızda kızarsın yüzünüz.

“Aman elalem görse ne der?” mi? Siz bizi, kızınızla beni, ne zannediyorsunuz? Ben kızınızın sahibi değilim, sululuk yok aramızda, hatta sıradan bir arkadaşı gibiyim. Siz görseniz ayırt edemezsiniz belki. Hayır, size anlayışsız demek istemedim. Şunu demek istedim: Sayenizde onun elini bile tutamıyorum artık. Aynı masada karşılıklı oturup göz göze gelmemizi sorun mu edeceksiniz? Elalemin ne dediği, düşündüğü değil kızınızın ne yaptığıdır önemli olan. Benimle aynı masada kahve içiyor, gülümsüyor yüzüme, ona iltifat etmeme izin veriyor. “Kızınızın namusu elden gidiyor!” İnsanlar her zaman kötü düşünebilirler. Sizin onları ayıplamanızı gerektirir bu, kızınızın ayıplanmasını değil. Herkes biliyor kızınızın güzel olduğunu. Bunu rahatça söyleyebiliyorum diye kimse kimseyi yargılayamaz.

Lütfen bir daha düşünün. Hayta, kötü niyetli bir insan yok karşınızda. Ben varım. Kızınız gibi üniversiteye giden, idealleri olan, bu ideallere ve hayatına kızınızı ortak etmeye çalışan ben… Benim kendimi anlatmama gerek yok, kızınızdan dinlediklerinize “inanın”. Ben kızınıza talibim. Üniversite bitip de hayatlarımızı rayına oturttuktan sonra artık ne kadar karşı çıkarsanız çıkın onu elinizden alacağım. Siz de farkındasınız bunun. Eğer kızınızı şimdi görmeme izin vermezseniz ben de kendi kızımı sizden sakınmak zorunda kalabilirim. Ayrıca eşim için de katı kurallar koymam gerekebilir. Bu katı kurallar yüzünden kızınız, evliliğini noktalamak zorunda da kalabilir. Sizin küçük bir “özgür bırakamama” ihmaliniz, kızınızın ömür boyu üzülmesine neden olabilir. Evet, tehditlerimin çoğu kızınıza yapmaya kıyamayacağım şeyler… Ama torun sevgisinden mahrum kalabilirsiniz, onda ciddiydim.

Hürmetler…

Damat adayınız ve henüz varlığına tahammül edemediğiniz genç...

22 Temmuz 2011 Cuma

Dünya Dışı Yaşama Mesaj

00000010101010000000000001010000010100000001001000100010001001011001010101010101010100100100000000000000000000000000000000000001100000000000000000001101000000000000000000011010000000000000000001010100000000000000000011111000000000000000000000000000000001100001110001100001100010000000000000110010000110100011000110000110101111101111101111101111100000000000000000000000000100000000000000000100000000000000000000000000001000000000000000001111110000000000000111110000000000000000000000011000011000011100011000100000001000000000100001101000011000111001101011111011111011111011111000000000000000000000000001000000110000000001000000000001100000000000000010000011000000000011111100000110000001111100000000001100000000000001000000001000000001000001000000110000000100000001100001100000010000000000110001000011000000000000000110011000000000000011000100001100000000011000011000000100000001000000100000000100000100000001100000000100010000000011000000001000100000000010000000100000100000001000000010000000100000000000011000000000110000000011000000000100011101011000000000001000000010000000000000010000011111000000000000100001011101001011011000000100111001001111111011100001110000011011100000000010100000111011001000000101000001111110010000001010000011000000100000110110000000000000000000000000000000000011100000100000000000000111010100010101010101001110000000001010101000000000000000010100000000000000111110000000000000000111111111000000000000111000000011100000000011000000000001100000001101000000000101100000110011000000011001100001000101000001010001000010001001000100100010000000010001010001000000000000100001000010000000000001000000000100000000000000100101000000000001111001111101001111000 

Bu mesajı göndermişiz evrene, uzaylı dostlarımıza… Bu ikili kod, “Arecibo” radyo teleskopuyla, 25 bin ışık yılı uzaklıktaki, dünyamıza en yakın sisteme gönderilmiş. Bizler dünyalıyız, bizlerin bile rahat rahat çözemeyeceğimiz bir ileti bu. Arkadaşınıza gönderseniz 1 ve 0 tuşlarında bir bozukluk olduğunu, klavyenizi kontrol etmenizi söyler. Ama uzaylılar bu mesajı aldığında kendilerininki dışı bir gezegenden, anlamlı bir “Merhaba!” mesajı olduğunu anlayacak öyle mi? Bu kadar zeki olsam ve bu radyo dalgasını anlamlandırabilsem dünyaya gelir, “Sen misin bu zor bulmacayı gönderen?” der, kafa göz dalardım dünyalılara. Gerçi bir uzaylı koca mesafeyi tek günde aşabilse bile geldiğinde mesajı gönderenlerin 25 bin yıl sonraki torunlarıyla muhatap olması gerekecek.


Mesajın görsel hali.
Sonuç ne olursa olsun gelişme şu: Dünyanın dışına anlaşılması çok zor bir mesaj göndermişiz. Sayılarımızı tanıtmışız. DNA’yı oluşturan elementleri, DNA’daki şeker ve bazların formüllerini açıklamışız. DNA’nın ikili sarmal yapısının, o DNA’ya sahip insanların, o insanların bulundukları güneş sisteminin grafiklerini göstermişiz. Finale de imza niteliğinde bir Arecibo Radyo Teleskopu şekli çizmişiz. Önemli olan gelişme ya da sonuç değil, önemli olan sebep. 

Sağlıklı ya da ağır aksak bir iletişim, düzgün veya zorluklarla dolu ilişkiler kurabileceğimiz yeni organizmalar arıyoruz evrende. Dost sayılar yazısında yakın dostların azlığından söz ettim ama evrende yalnız değiliz ki, iyisiyle kötüsüyle birbirimize sahibiz. Uzaylılardan medet umacak kadar kestik mi umudu kendimizden, bizim gibilerden, insanlardan? Gerçi arkadaşlarım bile beni anlamaya çalışmaktan çoktan vazgeçmişken bir uzaylının bunun için çaba harcayacak olması ihtimali güzel geliyor kulağa. Birbirimizi kaale bile almıyoruz artık. Belki onlar, uzaylılar, görmezden gelmez bizi.

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Sütleğen


Sütleğen
Sütleğen, sütlüyen, sütlüvan, sütdüğen, sütgen, sütlengeç, sütlücen, sütlügan, sütlü ot, fıçı otu, seher otu, zehir otu, saçkıran otu. Aynı bitkiye verilmiş on üç farklı isim.

Süsen, cehennem zambağı, eşek lalesi, kırna, mezarlık zambağı, sevsen, sursal, suskal. Başka bir bitkiye verilmiş sekiz farklı isim.

Bu isimlerden bir kısmı birbirine benziyor. Belli ki halk arasında yanlış doğru kullanıla kullanıla dildeki şive farklılıkları gibi onlarda da böyle farklılıklar oluşmuş. Öte yandan bazı isimler, tam anlamıyla yepyeni bir soluk getirmiş çiçeğe. Eşek lalesi ile cehennem zambağı gibi… İlk isimleri atalım, “lale” ve “zambak” kalıyor geriye. Birinin ak dediğine öteki kara demiş.

Bilimsel adı ne olursa olsun, hiç kimse o bitkiye fıçı otu denmesine mani olamaz. “Ne fıçı otu birader? Zehir otu onun adı, cahil misin?” diye itiraz edersen adama, ayaküstü sopa bile yiyebilirsin. Başka bir bakış açısıdır her yeni isim. Zenginleştirir Sütleğen’i. Ya da zaten zengin olan sütleğenin farklı bir yönünü ortaya çıkarır.

Süsen
Düşünceler, öneriler, teoriler de çiçekler gibidir. Birinin “zambak” dediğine öteki “lale” der. Sorun, bunu sorun olarak gördüğümüz yerde başlıyor. Çiçeklere farklı isimler konuşunu normal karşıladığımız gibi düşüncelerimize farklı yaklaşımları kabul etmeyi beceremiyoruz. (Düşüncelere tahammülsüzlüğü de en çok seçim dönemlerinde görüyoruz. İki parti liderini ancak tek bir yerde sırt sırta; sadece tek bir yerde yüz yüze, dalaşmadan, birbirlerine sataşmadan görüyoruz: Reklam panoları. Adı lale ya da zambak, kendi fikrini savunmak varken ötekine çamur atmak neden?)

Egomuzdan arta kalanımız kadar büyüğüz. Yani oldukça küçüktür insanoğlu. Hatayı hep karşısındakinde bulur. Ve hep hata bulur. Oysa kimse mükemmel değildir. Tartıştığınız bitki cehennem zambağı da değil, eşek lalesi de… Dünyada ama dünya üstü bir şey o, süsen o, süsen, senin dünya gözüyle görüp isimlendiremeyeceğin, isminde son ve en doğru kararı veremeyeceğin bir şey o. Kimsenin kazanamayacağı belliyken böyle kavga etmek neden?

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Kumarda Kaybeden Aşkta da Kaybeder

Hazırlıkta, biri kurduğumuz grupla birlikte, diğeri bireysel olmak üzere iki sunum yapmamız istendi bu dönem. Bireysel olan sunum için kafamda kurduğum plan sürekli değişti: Önce matematik, sonra matematik ve kumar, sonra kumar, son olarak da Blackjack’ti konu. Sunum yapmaya çıktığımdaysa Blackjack ve stratejileri olmuş çıkmış benim sunum. Neyse… Sonuçta az biraz araştırma yaptım 21 oyunuyla ilgili, tarihini öğrendim.

Bu 21 denen zımbırtıyı Fransızlar icat ediyor. Bu zımbırtı, fırsatlar ülkesi Amerika’ya gidiyor ama Craps (bir çeşit zar oyunu) ve Poker’in hüküm sürdüğü bu memlekette bir türlü kendini gösteremiyor. Kumarhaneler biraz kafa yoruyorlar bu konuya, 21’in müşteri çekmeyişine. Bir formül bulunuyor: Aldığı ilk iki kartı, as ve siyah bir vale olan oyunculara bahislerinin 10 katı para ödüyorlar. Millet aç, çoluk çocuk evde kumarda kazanılmış haram para bekler. Kumarbazlar durur mu, hemen atlıyorlar yeme, iştahla yutuyorlar, düşük ihtimalli küçük bir değişiklik yüzünden bu yeni 21 oyununun müptelası oluyorlar. Oyunun adı da değişiyor: Blackjack, Siyah Vale. Yıllar geçiyor, “Siyah Vale” kumarhanelere en çok kâr yaptıran oyun olarak sağ kalmayı başarıyor. Onu çekici kılan 10 katı kazandırma kuralı artık silinip gitmiş olsa da.

Hadi aşka bakalım. (Aşkı da Fransızlar icat etti. Hah! Bu olmadı işte. Tamam, Paris aşk şehri olabilir ama tarihte bizimki kadar eski bir millet varken aşk nasıl, ne idüğü belirsiz barbar bir kavimler göçü ürünü milletin meyvesi olabilir ki? Parfümü pis kokularını örtmek için kullanırlarken aşkı hangi ayıplarını örtmek için kullandıklarını merak ederdim.) Karşı cinsten (tercihe göre değişebilir) biri vardır etrafınızda. Bir şekilde ilginizi çeker. Fiziğini fark edersiniz, çekici görünür gözünüze. Çok zekidir, öyle akıllıca hareket eder ki bulduğu çözümler ve olaylara bakış açısıyla sizi çok kez ağzınız açık bırakır. Hassastır da, çevresine, doğaya düşkün bir insandır. Ve iyi kalplidir. Evet, altın gibi kalbiyle adeta bir şefkat ve iyilik abidesidir o. Bir şekilde onun o iyi kalbini kazanırsınız, sevgiliniz olur. Mükemmel bir insandır o. Size 1’e 10 veriyordur. Sonra işler değişir.

Sorunlarınıza karşı ilgisiz kalır. Sizi dinlemez, sizi sevdiğini söylemez olur. Ağzından cımbızla laf alırsınız ya da eliniz boş kalır. Yolda yürürken yavru kedileri korkutmaya çalışır, bazen çöp kutusu çok uzakta kaldığında elindeki kâğıdı buruşturup yere atar. Burnunu karıştırdığı zamanlar olur, dün ne yediği sorusuna “Su sayılır mı?” sorusuyla karşılık verir. Ve sivilceleri çıkmaya başlar. Vücudunun görmenize izin verilen her yerinde, sadece sizin fark edebildiğiniz sivilceler… Değişmiştir artık. Ama o hala size ait olandır, mükemmeldir. “Bu durum kalıcı olamaz!” Kötü bir dönemden geçtiğinizi düşünüp eski haline dönmesini beklersiniz. Şansınız yaver gitmez. Kendinize “Niye değişti ki? Neden eskisi gibi değil!” diye sorar durursunuz, cevabı veremez, artık bu soruları sormayacağınız günün gelmesi için dua edersiniz. Yine de onunla birliktesinizdir, ondan ayrılamıyorsunuzdur. İçinizdeki, partnerinize dair umut hiç sönmez, ondan bir türlü kopamazsınız.

Siz bir aşk kumarbazısınız ve 1:10 kuralı ile gözünüz boyandı. Nasıl kumarda uzun vadede para kaybedilmeye başlansa bile (ki kasa her zaman kazanır) insanlar Siyah Vale’den vazgeçemiyor, siz de eskiden sevdiğiniz kadını/erkeği kaybetmiş olsanız da vazgeçmeyi beceremiyorsunuz.

Not: Bu yazıyı aşk değil, arkadaşlarımla ilgili tecrübelerime dayanarak yazıyorum. Ama başlık güzel durdu, yazı da bu şekilde gelişti.

16 Temmuz 2011 Cumartesi

Son Bir Şey Daha Var

Sene 1947. Yıldız Tozu (Star Dust) isimli uçak, Reginold Cook adlı geçmişi başarılarla dolu bir pilotun kontrolünde, 6 yolcu 5 mürettebatla birlikte Santiago’ya varmak üzere Buenos Aires’ten havalanıyor. (Ne uzun bir cümle!) And Dağlarına çakılıyorlar. Hepsi ölüyor. Yıldız Tozu telsizinden gönderilen son mesajlarda, anlaşılamamış bir kısaltma veya isim göze çarpıyor: Stendec. Bu mesaj birkaç kez tekrarlanıyor ve bir daha uçaktan haber alınamayışıyla son buluyor. Anlamı halen çözülemeyen bu sözcük, telsizcinin son düşüncesi oluyor.

İbrahim Şinasi Efendi
İbrahim Şinasi Efendi’yi duymuşsunuzdur. Osmanlı Devleti döneminde ilk yerli gazeteyi çıkaranlardan biri… Farklı edebiyat türleriyle ilgilenmiş, Avrupa doğumlu birçok yazı türünü Türkçe ile tanıştıran o olmuş. Her organizma gibi onun da eceli gelmiş, ölmüş. Şinasi’nin kafatası kemiğinde bir tümör var. Sabah, saat altıyı gösterirken birden doğruluyor, etrafına bakınıp hokkayı ve kalemi buluyor. Yakındaki bir kâğıda “Fskmuni” yazıyor, sırtı üzerine düşüyor ve bir daha uyanmıyor. Fskmuni sözcüğünün de herhangi bir anlamı yok.

İnsanlar öldüklerinde gerilerinde bir ömürlük hatıralar, bir ömürlük hatırı sayılır bir iz bırakıyorlar. Ama kimseye yetmez ki bir ömür, daha fazlası gerek, biraz daha fazlası. Bu yedi harfli kelimeler onların, yetmeyen ömürlerinde dünyaya iletmek istedikleri ama beceremedikleri son mesajları… Maalesef şifreleri de elimizde değil o mesajların, çözemiyoruz. 7 harflik sırlardan ibaret o kelimeler. Trajikomik bir durum…

Bu blogu benim dışımda okuyan o diğer kişiye, sana soruyorum: Senin tek kelimelik son mesajın ne olurdu? Bir sır belki. Anlat. Çünkü zamanın tükendiğinde, o mesajı birilerine iletmek istesen de başaramayacaksın. Bir şeyleri yarına erteleme, dünden yapmış ol. Hayat, bir şeyleri daha sonra açıklanmak üzere içimizde saklamak için çok kısa… Planlar yapmak için de çok kısa… Hayat, yaşamak için bile yeterli değil ki.

15 Temmuz 2011 Cuma

Savaşta ve Aşkta Her Yol Mübah

Nice yüzüne bakmaya cesaret edemeyeceğiniz, midenizin bunu kaldırmayacağı cengâverler gördüm; yüzüne bakmaya doyamayacağınız, kıyamayacağınız kızları peşlerinden koşturuyorlardı. Nice zıt kutuplar gördüm; aynı noktada yoğunlaşıp itişmesiz kakışmasız mutlu mesut yaşıyorlardı. Şu upuzun ilk cümledeki, cengâverler kısmını saymazsak, cengâverlerden biri benim. O yüzüne bakmaya kıyılmayacak kızlardan biri de, birinin peşinden koşması kısmını saymazsak, sevgilim. Ama nasıl oldu bu, dünyada nasıl oluyor?

Şu erkekler var ya şu erkekler… Hani kadınlardan zeki olduklarını iddia ediyorlar her zaman. Haklılar… Bir kadının bir erkeği peşinden koşturmak için yapması gerekenler uzay bilimi değil ki. Bir kadının güzel olması, peşinden koşulması için gerek ve yeter koşul. Ayrıca çirkin kadın yoktur, az ayran vardır. Evet, az ayran… Bir erkek yeterince ayran gönüllüyse etkilenmeyeceği kadın yok. Bir kadını etkilemekse kesinlikle çok zor... Bu nedenle erkekler çeşitli, etkili savaş taktikleri geliştirmişler. Bunlardan birini, gözlemleyebildiğim en garip olanını paylaşmak istiyorum.

Herkes sevilmeyi sever. Birinin gözüne hoş görünmek, insanın kendine güvenini arttırıyor, hayata bakışını değiştiriyor çok kez. Size kendinizi güzel hissettiren birilerinin varlığı, moralinizi tavan yaptırıyordur. Haklı mıyım kızlar? Söz gelimi etrafınızda dolaşan bir erkek… Size yakın davranıyor, canınız sıkkınken tek bir “moralim bozuk” mesajınızla tüm gecesini size ayırıyor. Size iltifatlar ediyor. Çok kez güzelliğinizden dem vuruyor. Galiba sizden hoşlanıyor da, ama emin değilsiniz. Yine de siz kadınların içgüdüleri kuvvetlidir, haklı olmalısınız. Ama sizin duygularınız onunkilere benzemiyor. O, sizin için sadece bir arkadaş… Yakışıklı sayılır ama öyle çok da çekici değil. Fena biri demiyorum ama size uygun değil işte… Tipiniz değil. Evet, parola bu: Tipiniz değil.

O size âşık ama siz onu sıradan biri olarak görüyorsunuz. Ta ki o kişinin hayatına biri girene, o kişi bir başka kızın adını söyleyene, hatta arada bir o kıza iltifatlar edene kadar… Erkeklerin en büyük silahı, en etkili taktiği buradan çıkmış olmalı: Uzun süre kızın peşinden koşmak ama aşklarını ilan etmemek, bir süre sonraysa bir başkasıyla ilgileniyor gibi görünmek. Biraz zahmetli ama çok etkili bir yöntem… Kızların zaafı bu: Kendilerine artık değer vermediğini düşündükleri insanlara değer veriyorlar. İstanbul caddelerinin hiç gözde olmayan bekârlarından Kirpi bile (kızları görünce salya akıtmak yerine, ilgisiz kalarak) bu taktikle sevgili bulabilir bence.

Ne dersin? “Kızları Tavlama Sanatı” adlı bir kişisel gelişim kitabı mı yazsam?

14 Temmuz 2011 Perşembe

En Güçlümüz Mikrop

“TÜBİTAK Bilim ve Teknik”teki haberlerden biriydi bu, okumayan için aktarayım: Brezilya’daki tropikal yağmur ormanlarında yaşayan bir mantar türü var. Gerçi işin uzmanı değilim, “fungus” denmiş kaynakta, belki bir memelidir, adı Ophiocordyceps unilateralis. Bu mantar türünün (Gerçi işin uzmanı değ…) inanılmaz da bir yaşam döngüsü var. Bu organizma, marangoz karıncaları zombileştirerek çoğalıyor. Evet, zombi karıncalar!

Karıncalar ağaçtan toprağa, topraktan yuvalarının olduğu ağaca hayatları boyunca gidip geliyorlar. Normal şartlarda bu düzen hiç şaşmıyor. Enfekte olduktan sonraki bir hafta içerisinde tüm vücutları mantar sporları tarafından işgal ediliyor. Fungus, karıncanın merkezi sinir sistemini etkiliyor. Normalde koloniden ve takip ettikleri patikadan hiç ayrılmayan işçiler düzenlerini kaybediyor, zikzaklar çizerek yürümeye başlıyor. Karıncalar nihayet daldan düştüklerinde yerden yaklaşık bir karış yüksekteki yaprakların üstünde bilinçsizce dolaşmaya başlıyorlar. Hasta karıncalar öğlen güneş en tepedeyken çenelerini yapraklardan birinin damarına kenetliyor ve o vaziyette ölüyorlar. Ölüm ısırığı… Her karınca aynı şekilde can veriyor, bu ölüm ısırığıyla. Daha sonra karınlarından bir sap çıkıyor ve sporlar etrafa yayılıyorlar.

Karıncanın ölüm ısırığı ardından
çekilmiş fotoğrafı.
Mikroorganizmalar hayvanın düzenini bozuyor. Kaslarda istemsiz kasılmalara sebep oluyor. Merkezi sinir sistemini ele geçirip kendi planlarına uygun olarak kullanabiliyor. Paragrafın başında yeterince iyi ifade edebildim mi bilmiyorum: Bunlar mikroorganizma… Mikro boyutta organizmalar… Tamam, rakipleri, karınca gibi bize göre çok küçük yaratıklar ama o mikroorganizma için aynı karınca bir dev! Ve bu mikroorganizmalar o devin kontrolünü ellerine alabiliyor.

Bizim beynimiz bir karıncanın sinir ağından çok da büyük ve karmaşık, çok daha güçlü. Fakat küçücük bir virüsle bağışıklık sistemimiz çökebiliyor, küçük bir bakteriyle tuvalet zorunluluğu işkenceye dönüşebiliyor, şekilsiz bir mantarla deriniz size yabancılaşıp bir kurbağanınkine dönüşebiliyor. Bazen birini kendinize rakip olarak görebilirsiniz, bazen o birini rakibiniz olamayacak kadar zayıf da görebilirsiniz. Belki gerçekten daha büyük, daha güçlüsünüz ondan. Fakat ondan üstün olduğunuza emin misiniz? O zaman en iyi davranış herhangi bir kıyaslama yapmamak olur sanırım.

11 Temmuz 2011 Pazartesi

Dost Sayılar

Matematikte “Dost sayılar” diye bir şey olduğunu öğrendim yakın zamanda. Tıp fakültesinde okusam da kendimi bir biyolojiciden çok matematikçi olarak görüyorum. Ama benim de bilmediğim terimlerden biriydi “Dost sayı” terimi. Zaten milyonlarca terim var, Milner sayıları, Albert eşitsizliği, Kokojambo postülatı… Hepsini öğrenmek mümkün değil. Bu sayıları hayatımda bir kez duymuş olmak bile benim için bir şans.

Dost sayılar nedir? A sayısının, kendisi dışındaki pozitif tamsayı bölenleri toplamı S(A)=B; B sayısının kendisi dışındaki pozitif tamsayı bölenleri toplamı S(B)=A sayısı olsun. Bu durumdaki A ve B sayılarına dost sayılar deniyor. Başta, matematikçiler tarafından uydurulmuş yeni bir saçmalık olarak görünebilir size. Ama biraz düşünürseniz eğer… Aslında evet, öyle…

En küçük iki dost sayı 220 ve 284. Kendiniz bölüp toplayıp sağlamasını yapabilirsiniz. Çok uzatmayacağım: İlk 300 sayıda (aslında ilk 17295 sayıda) yalnızca iki tane dost sayı var. Sadece iki tane… Koca bir kalabalık içinde tek bir dost çifti… Kalanlar değersiz ardışıklıklar, zorunlu akrabalıklar, yüzeysel arkadaşlıklar ve yalnızlıklardan ibaret. Bu basit benzetimin evrendeki yerimizi gösterdiğini iddia edemem ama evet, işte evrendeki yerimiz!

Not: 6 sayısı için S(6)=6. Demek 6’nın tek dostu kendisi… Zaten çoğumuz kendi dünyalarımızın 6’larıyız.

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Dünyanın Hakimi


Dinozorlardı bir zamanlar, dünyanın hâkimleri. Güçlü, saldırgan, devasa sürüngenler… Düşünsenize, dünyaya sürüngenler hükmediyordu. Pis, ikiyüzlü, aşağılık sürüngenler… Şaşırıyor insan ilk duyduğunda. (Çünkü bir insanın bunu ilk kez duyuyor olması yaklaşık 5-8 yaşlarına denk geliyor, o yaşlarda her şey şaşırtıcıdır. Ama asıl) şaşırtıcı olan soğukkanlı bir yaratığın, kıtalara imparatorluk etmesi. İnsanlar vardı, henüz zekâlarıyla övünmeyecek kadar zeki olan şimdikinden çok daha üstün yaratıklardı. Ama onlar bile bu devasa düşmanlar karşısında aciz kalıyorlardı.

Ve sonra… Dinozorların nesli tükendikten sonra en az sürüngenler kadar şaşırtıcı olan bir âlemin üyeleri devraldı bayrağı: Kuşlar. “Uçan yırtıcılar” deniyordu onlara ama uçtukları falan yoktu. İstikbal göklerdedir ama gökte mökte değiller yani. Şimdiki deve kuşuna benzeyen, uzun, büyük gagalı, daha güçlü vücutlu, 2 metre boylarında iri yaratıklar. Hiç alınmasınlar, doğruya doğru: Kuş beyinlilerdi, aptallardı yani. Ama güç onlardaydı da. Şimdiki ayıların ve leoparların atalarıyla besleniyorlardı.

Eğer doğal seçilimde seçilmek, bir sonraki nesilde daha çok iz bırakmak üstün olmaksa, bir zamanlar pislik olmak, sürünmek, birilerine sığınmak ama o birilerini sömürmek, o birileriyle beslenmek üstün özelliklerdi. Düşünmemek, düşündürmemek, gökte aramaya zahmet, tenezzül etmeyip yerde bulduğu her şeyi afiyetle mideye indirmek, yemek, yemek, yemek başarının sırrıydı.

Ve şimdi sıra bizde… Sürüngenler ve kuşlar gibi onurlu, asil savaşçılardan kaldı bize bu miras. Şimdi anlam verebiliyorsunuzdur herhalde dünyanın kontrolünün, sömürmek amacıyla onu aptalca kullanan bizlerde olmasına.

4 Temmuz 2011 Pazartesi

Her Şey Yolunda

Mirket… Firavun faresi de deniyor aynı zamanda. (inanması güç ama fare gibi bir hayvan) Küçük boyuttalar, sağ kalmak için, daha doğrusu sağ kalma şanslarını arttırmak için sürüler halinde yaşıyorlar. Sürü halinde yaşayan hayvanları, onlarla ilgili yapılan belgeselleri bilirsiniz. Sürü oldukları vurgulanır vurgulanmaz konu, aralarındaki müthiş sosyal yapılaşmaya geliyor. Evet, bu fareler arasında da üst düzey bir sosyal yapılaşma var.

Bir nöbet tutma sistemleri var mirketlerin. Sürüdeki her birey, kendilerine sıra geldikçe, belli bir süre nöbet tutuyor, gözcülük yapıyor. Gözcüler belli aralıklarla “Sorun yok. Her şey yolunda…” manasında bir ses çıkarıyorlar ve bu yolla sürünün kalanını bilgilendiriyorlar. Gözcülerden birinden ses gelmediği takdirde mirketler, bir tehlike olabileceğini düşünüp temkinli davranmaya başlıyorlar.

Bu yazıyı yazdığım şu sırada sevgilim sınav döneminde, deli gibi çalışıyor (“sevgilim” dedim, beni sevgili olarak seçebilen birinin bir akli dengesi olduğunu mu zannediyordunuz?), haftaya da final sınavına girecek. Bu yüzden çok sancılı bir dönemden geçiyoruz. Çünkü hiçbir zaman “Okumadığım konu kalmadı. Her şey yolunda…” mesajı gönderemiyor beynine. “Bak şunu iyi bilmeme rağmen hemen cevaplayamadım. Sınıf tekrarı yapacağım.” diye düşünüyor sadece. Evet, onun bu kuruntulu hali biraz aşırı bir durum, tabi ki sınıfta kalmayacak, ama aslında birçoğumuz onun gibiyiz. (insanları kastediyorum)

Neden mutlu olamıyoruz? Çünkü hayatta mutsuz olmamıza sebep olacak birçok şey var. Yanlış cevap! Doğru cevap, doğru düşünemiyor olmaktı. Beynimize göndereceğimiz mesajlarımızı seçerken, elimizdeki verileri berbat bir elekten geçiriyoruz. Bu konuda bir firavun faresi bile olamıyoruz. Onlara bakın. Sürüyü genellikle aynı mesajla uyarıyorlar. Sürünün beklentisi bu, almayı beklediği mesaj bu: “Her şey düzgün gidiyor.” Biz insanlarsa her an her saniye “Şöyle bir sorun çıktı!” mesajını duyma beklentisiyle yaşıyoruz. İşte bu yüzden mutlu olmakta, pek de başarılı olamıyoruz.

1 Haziran 2011 Çarşamba

Karagöz ve Hacivat

Hepimiz tanırız bu iki karakteri. Beyaz bir perdenin ardından insanları güldürdüklerini ve biraz da tarihleriyle ilgiliysek Orhan Bey döneminde yaşadıklarını ve idam ettirildiklerini biliriz. Biz insanların, bu iki insan hakkında bildikleri bundan ibaret… Oysa bu iki insan, biz insanlar ve insanlar arası ilişkiler hakkında ne kadar çok şey biliyor?

Karagöz dik kafalı, çabuk öfkelenen, uyumsuz, duyarsız, anlayışsız, aksi bir karaktere sahip… Hacivat’sa bu karakterlerin tam aksi özellikler gösteren, yaratıcı, esprili, uyumlu, sıcakkanlı, yumuşak başlı bir insan… Karagöz bazen öfkesine yenilip Hacivat’a fiziksel şiddet uyguladığında dahi Hacivat soğukkanlılığını korur, bıkmadan usanmadan Karagöz’le olan münasebetini sürdürür. Aman yanlış anlama olmasın aramızda: Karagöz sevmez mi Hacivat’ı? Sever tabi. Sadece odundur azcık, sevgisini göstermekte sıkıntılar yaşar bazen.

Sağlıklı her ilişki Karagöz ve Hacivat’ınkine benzer dönem dönem… Roller taraflar arasında değiştirilir belki, ama senaryo hep aynıdır. “Kimse kendini ezdirmesin, herkes hakkını sonuna kadar savunsun!” diyenleri duymazlıktan gelmek olmaz. İki tane Karagöz olduğunu varsayalım. Biri diğerinin son parçasını da midesine indirene dek birbirlerini yiyip dururlardı muhtemelen. İki tane Hacivat mı? Dünya çok daha güzel bir yer olurdu sanıyorsunuz değil mi? Sessiz, sakin… Peki, karşısındakinin söylediklerini kabul edip boynunu kıldan ince tutan bu Hacivat’ları bir şeyler yapmak için tetikleyici güç, harekete geçirici etkeni kim sağlayacak, gazı kim verecek?

Bu yazıyı bana yazdıran, her insanınki gibi benzersiz bir karaktere sahip, benzersiz bir insan evladı… Karşısında aramadığı suçu kendinde bulan ve bu yüzden iki kere susan, kabuğuna çekilen bir insan evladı… Karşısındakine daha önce itiraz etmemiş olmayı, hatalar yapmasını engellememek ve sonuç olarak kendi hatası olarak görüyor. Çünkü sevdiğini hata yapabilir olarak görmekten korkuyor. Üzülüyor ama üzülüyor olmayı bile kabullenemiyor, kendini karşısındakinden soğutma korkusuyla. Onun için dilenebilecek tek şey sabır… Benim teorime göre roller değişilmezse çekilmez bir hayat bu, çekiyor. Tam bir Hacivat! Ve biz Karagözler, lütfen şüpheye düşmesin, onu ve onun gibileri gerçekten çok seviyoruz!

Karagöz ve Hacivat’tır kukla oyununun başrolleri ama oyunun adı “Karagöz Oyunu”dur. Hacivat burada bile geri çekilmiş, yine bal çalmış Karagöz’ün ağzına. Çünkü birinin odunluk etmesi, diğerinin fedakârlık yapması gerek. İlişkinin dinamiği bu sertlik yumuşaklık dengesine bağlı…

Bu kadar beylik laf ettikten sonra şu esneklik payını bırakmazsam olmaz: Bence yani...

19 Mayıs 2011 Perşembe

19 Mayıs

Bugün önemli bir gün… İlk yazı bugün yazılsın, daha anlamlı olsun istedim. (gün değil, yazı anlamlı olsun) Kendimi “Vay be, adam ilk yazısını Gençlik Bayramı’na saklamış.” cümlesindeki özne olarak görmek arzum da vardı. Hala var. Garip mi garip ve karamsarlık dolu bir yazıydı aklımdaki, sonlarında da toplumsal mesajı yapıştırdım mı demeyin keyfime! Ama bu seferlik karamsarlık olmadan vereceğim toplumsal mesajı.

Birkaç dakika kadar önce, karamsar yazıyı bitirmek üzereydim ki bir mesaj geldi arkadaşımdan. İsmini verip ifşa etmek istiyorum ama bir manası da yok adını kullanmanın. Bir doğum günü mesajıydı bu ve o yanlış gün atılmış doğum günü mesajı, sildirdi güzelim yazıyı.

Doğum günüm 8 Mart’tır aslında. Hep de dalga geçerim kendimle doğduğum günün Dünya Kadınlar Günü oluşu sebebiyle. Bu duruma bozuluyor gibi de yaparım bazen ama aslında umurumda değil. Binlerce kadın dökülüyor sokağa benim doğum günümü kutlamak için. Kırılmasın, gücenmesin hiçbiri ama benim hali hazırda hepsinden güzel bir sevgilim var. Dilerim ki hepsi gidip onları sevecek insanlar bulsun. Yine de bana olan karşılıksız sevgilerini dile getirmek istiyorlarsa hayır diyemem. Ama tek seferliğine, henüz bana “Kadınlar Günü’nde doğan erkek” şakası yapılışına şahit olmamış yakın bir dostumla konuşurken, inkâr etmek gereği duymuştum doğduğum günü.

İnkâr etmiştim doğduğum günü ve yeni bir doğum günü belirlemem gerekmişti. Bu günü seçmişim. Yer etmiş aklımda. Aklıma gelen ilk tarih olmuş 19 Mayıs. Değer vermişim, kendim için seçtiğim doğum günüm olmuş. Çünkü bir millet yeniden doğmuş, ben de o milletin parçasıysam ben neden es geçileyim? Bugün benim bayramım değil, doğum günüm. Bugün kendisini genç gören herkesin, yani herkesin doğum günü… Doğum günümüz kutlu olsun.

17 Mayıs 2011 Salı

Hikayeler Taşındı!

Selam insanlar...

Hikayelerle ilgili paylaşımları okumaya http://bizoradaydik.blogspot.com/ adresinden devam edebilirsiniz.

Burası daha az ulvi amaçlar, havadan sudan yazılar için kullanılacak...