16 Ocak 2016 Cumartesi

Gölgeler Krallığı'nın Hakan'ı - kısa hikaye

Sürekli siyahlar içindeki -siyah bir hırka, pantolon ve ayakkabılar ve siyah bir gözlük- beyaz tenli mavi gözlü Hakan… Bu haliyle kara kaplı, beyaz yapraklı, sayfalarına mavi mürekkepli kalemle yazılar yazılmış bir defter gibi. Ama -güneş gözlüklerinin de yardımıyla- kimsenin okumasına izin vermiyor.

Yıllar önce kaybettiği kız ve daha çok da kendisi için yas tutuyor, her hafta canını aldığı onlarca suçlu için değil. Canavar diyorlar ona, oysa bir süper kahraman gibi kuralları var: Sadece katiller, tecavüzcüler ve işkenceciler. Başkaları umurunda değil.

Sevdiği kızı kader alıp götürmüş ondan. O’nu kaybettiğinden bu yana sadece rüyalarda bir araya gelebiliyorlar. Uyku o kadar tatlı ki uyanamamaktan korktuğu için uyumaz olmuş Hakan; üstelik birkaç gün de değil, birkaç yıl boyunca. İntikamını alacağı gün gelmeden de uyku yok Hakan’a.

Peşinde dolanan ölüm, ona sonsuz uyku sunuyor olsa da beklemek zorunda. Hakan’ın kapatacak birkaç hesabı daha var. Sonra alsın onu, ne yaparsa yapsın.

Sessiz Düşünen İnsanlar - kısa hikaye

Kız, evden çıkarken daha şık olan ince montunu aldı. Hatta görünüşüne sağlığından daha çok değer verdiği için, reflü ilacını da almadı çıkarken. Evi terk etti. İşine gitti ya da okuluna, ya da siz nereye gittiğini düşünmek istiyorsanız. Gittiği yerde montunu askıya astı ve her gün ne yapıyorsa onu yapmaya başladı.

Vakti geldiğinde dışarıda yemek yemeye karar verdi kız. Askılıktan montunu aldı. Bol tüylü ağır montuydu bu. Dışarı çıktı ve artık soğuk, daha az soğuktu onun için. Sıkça gittiği restoranda masalardan birine oturdu. Çantasını açtı ve ilaçlarını buldu çantada. Aldı ilacını, yemeğini sipariş etti ve beklemeye başladı.

Beklerken gözleri ona takıldı. Karşısında duruyor gülümsüyordu işte. Tanrım! Yani kızın tanrısı! O kadar yakışıklıydı ki! Sonuçta çocuk oturdu masaya, güzel bir tesadüftü bu. O da yiyecek bir şeyler söyledi ve yemek boyunca kıza iltifatlar etti.

Çocuk onu çok daha güzel bir yere götüreceğini müjdeledi kıza. Öncesinde lavaboya gitmek için izin istedi, kalktı. Çok daha güzel bir yer mi? Kız çocukla nereye istese giderdi zaten. Ama gidemedi. Çünkü lavabodan hiç dönmedi çocuk. Sonsuza kadar bir daha çıkmadı kızın karşısına.

Sesten Hızlı Koşan İnsanlar - kısa hikaye


Koşuyordu. Çok hızlı bir şekilde… Ayaklarını kıçına vura vura değil, öyle ne kadar şirin(?) görünülse de pek hızlı gidilmiyor. Kahramanımız, tazı gibi koşuyordu. Ensesinde bir ses… Havada yankılanmadan, dümdüz, onun peşinde…

Kız koşuyordu. Sesten olabildiğince uzağa, zikzak yapmadan, dönüp dolaşmadan, durup soluklanmadan, geleceği düşünmeden… Koşuyordu. Ve takip ediyordu ses, belki gücünü kaybederek, belki şiddetini yitirerek ama geriye bir fısıltı kalsa da ulaşacaktı kıza, kararlıydı. Kız koşmaya, ses kovalamaya devam etti.

Kız var gücüyle koşarken yerdeki bir taşa takıldı ayağı, o hızla sendeleyemedi bile, yuvarlanmaya başladı. Yuvarlanarak derin bir yarığın ağzına geldi, içine düştü ve yarığın yan duvarlarına çarpa çarpa indi aşağı. Ağzı, yüzü, gözleri kan içinde. O çıplak kalmış dizlerin de yara bere dolu olduğunu söylemeye gerek yok herhalde. Omuzlarından biri de çıkık galiba…

Ses, kovaladığı kızın ardından daldı yarığa, duvarlardan seke seke güçlendi, yankılanınca can buldu biraz. Günlerdir, haftalardır peşinden koştuğu kulağa ulaştı. Bu kez birinden girip ötekinden çıkmayacaktı, yapıştı içeri:

“Yerdeki taşa dikkat et.”

İlla düşmeniz mi gerek duymanız için? Siz düştükten sonra o ses neye yarar? Bir kez kuyunun dibini gördükten sonra sizi oradan “ses”in çıkarmasını beklemeyin, olur mu?

Ateş Bükücüler Arasında Bir Tetikleyici - kısa hikaye

Hikâyemin kahramanı, ateş bükücü ırktan henüz liseye giden bir ergen… Ateş bükücüleri bilirsin, hani şu özgüveni aşırı yüksek, sürekli bir şeyler yakmaya meraklı garip tür. İşte bu türün bir üyesi o da. Daha doğduğunda kendisinden yangınlar ve sıcak bekleyen ailesini, ırkını hayal kırıklığına uğratmış.

Ateşi üretme, büyütme, sürdürme, uzayda bir yerden başka bir yere taşıma. Ortalama bir ateş bükücünün az ya da çok yaptığı şeyler bunlar… Oysa hikâyemin kahramanı ender görülen bir multifaktöriyel rahatsızlıktan mustarip. Ateşi üretemiyor, sürdüremiyor, taşıyamıyor.

Kahramanımız… Doğrusu bir kahramanlık yaptığı da yok ama ben ondan bu şekilde söz etmek istedim. Kahramanımızın yapabildiği şey, elini bir yüzeye sürttüğünde kıvılcımlar çıkartabilmek. Bunu yeterince uzun süre yaparsa bir odunu veya başka bir şeyi yakabilir. Şimdi ona yeteneksiz diyebilir misiniz? Oysa çevresindekiler tam da bunu yapıyorlar.

Sağlıklı ateş bükücülere… İnanamıyorum! Ben de sanki kahramanımız hastaymış gibi bir muamele yapacaktım. Düzelteyim: Her gün sokakta, okulda, işte karşılaşabileceğiniz tür ateş bükücülere “ateş bükücü” deniyor. Öyle diyorum ya işte başladığımdan beri. Bizim oğlana ise “tetikleyici” deniyor. Aslında bir tür etiketleme bu ve oldukça aşağılayıcı bir söz: Tetikleyici. Çakmak taşı gibi kıvılcım çıkartabiliyor ama ateş üzerinde hâkimiyeti yok, tetikleyici.

Çocuğun durumunun yabancı diyarlarda, mesela İngilizcedeki karşılığı “amplifier”, “yükseltici” anlamına geliyor. Sürtünmenin etkisini arttıran ve bu sayede alevler çıkaran insanlar… Sürtünme etkisini “yükseltmek”. Böylesi çok daha saygıdeğer ve etiketçi olmaktan ziyade, tanımlayıcı bir yaklaşım… Oysa bizim memleketimizde “tetikleyici” deniyor. İnsanların birbirlerine küfür olarak söyledikleri bir söz… Yanlış anlama, ben asla kullanmıyorum.

Kahramanımızın belki de daha büyük olan sorunu ateşe olan hassasiyeti. Ateş canını yakıyor. Tabi canım, normalde öyle mi olur? Ateşle o kadar haşır neşir olan, orasından burasından ateş çıkaran adamın sıcaktan yanması mümkün mü? Değil. O yanıyor.

Burada biraz ayrıntıya girmemde yarar var sanırım. Bakışlarından konuya yabancı olduğun sonucunu çıkarıyorum. Ateş bükücüler kendi ürettikleri ateşten, birbirlerinin yaktıkları alevlerden hasar almazlar. Ha, giysileri kül olur, çıplak kalabilirler. Ama yanmazlar. Doğuştan bağışıktırlar alevlere karşı. Derilerinin hemen sınırında başlayan bir koruma kalkanı gibi düşün. Ateş bükücünün derisine temas eden alev, bükücünün enerjisini emer, canını değil. Çok fazlası onu güçsüz bırakabilir, öldüremez.

Ateş bükücüler doğuştan bağışıktırlar alevlere karşı. Oysa kahramanımızın doğumu kusurlarla doluydu, anlattım işte. Kıvılcımlardan ateş üretmeyi öğrenebilirsin, hatta erişkin bir tetikleyici için asıl sorun ürettiği ateş üzerinde kontrol sağlayamayışı. Oysa yanmamayı öğrenemezsin; bu, sen uyurken bile seni koruyan bir mekanizmadır. Bu mekanizmadan yoksundu kahramanımız. Yüzü, kolları, bacakları kendisine yapılmış küçük şakalardan kalma izlerle doluydu. Kafasına sıçtığımın embesilleri!

Nihayet bir gün… Kahramanımız derste, sırasında büzüşmüş, öğretmen bakmadığı zamanlarda üzerine atılacak olan küçük alev bilyelerinden korumaya çalışıyordu bedenini. Sonra unuttu etrafında olanları ve kıvılcımları ile oynamaya başladı. Parmaklarını birbirine sürterek ürettiği yeşil konfetiler masasına düşürüyordu. Ha, evet, yeşildi çocuğun kıvılcımları…

Sağ elinin baş ve orta parmaklarını birbirine vurmaya başladı çocuk… Parmaklarını şıklatıyordu. Şlik… Şlik… Şlik… Sonra tekrarladı bunu, orta parmakla başparmağı birbirine sürttü ve yeşil kıvılcımlar üretti. Bu kez o yeşil kıvılcımlar havadaki başka moleküllere sürtündüler ve o sürtünmelerden başka yeşil kıvılcımlar çıktı. Her bir kıvılcım bir başkasını doğurdu. Kilometrelerce sürdü bu zincirleme reaksiyon. Nihayet bu yeşil ışık gösterisi sona erdiğinde şehrin tümü kül olmuştu, içindeki insanlarla beraber. Ateş bükücüleri de yutmuştu bu kıvılcımlar, bağışıklıkları korumamıştı onları, yanmışlardı.


Kahramanımız ayağa kalktı. Kıvılcımlar giysilerini yutmuştu -yukarıda bu konuda uyarmıştım sizleri- çırılçıplaktı. Etrafına baktı, dolu bir kül tablasının merkezinde duruyordu. Bir süre sonra, uzun bir süre sonra tam olarak ne olduğunu, herkesin nereye gittiğini, anlayabildi. Herkes toz olmuştu ve o ayaktaydı işte. Geriye yapması gereken tek bir şey kalmıştı: Kendisine giyebileceği bir şeyler bulmak.