30 Eylül 2012 Pazar

Her Şeyin Kalbi

Beynim nur topu gibi bir hayal doğurdu. O kadar iyi niyetli, o kadar saftım; o kadar çocuktum, o kadar bendim ki! Kendimle, kalbimle besledim o hayali. Çırılçıplaktı, üşümesin istedim; en yakın arkadaşlarımdan, en güzellerinden birinin bedenini giydirdim o hayale. Aşkımı yaşatmak uğruna arkadaşımı öldürdüm. Evet, “Aşk” adını verdim beynimin peydahladığı hayalime.

Her şeyim miydi? Biraz düşünmeliyim. Hayır, değildi. Bir ailem vardı, arkadaşlarım vardı, bir mesleğim vardı, kariyerimle ilgili planlarım ve bir geleceğim… Baklava, gökyüzü, gözlerim, yıldızlar… Her şeyim olmadı aşk. Ama her şeyin kalbi oydu. Ben hayalimi kalbimle beslemiştim ya; büyüyüp aşk olan hayalim benim dünyamı besliyordu, dünyama ışık saçıyordu. O yokken her şey değerini yitiriyor, solup gidiyordu. Geriye sert, biçimsiz, anlamsız bir kemik yığını; bir çöplük kalıyordu.

Kırılma anları vardır insanların hayatlarında. Her şeyin kalbinin kalbinde yoktum. Bunu başından beri biliyordum, bu yüzden kırılmadım. Ben onu seviyordum, o beni sevmek zorunda olmadı asla. Hayatının kıyısından köşesinden bir yerini bana ayırsın, en ufak, en dar yerine bile razıyım ama bir yerini bana ayırsın yeterdi. Ayırmadı. Bu yüzden kırıldım, şimdi çok kırıldım.

Kırgınım. Geriye kalmış posayım, bir kemik yığınıyım. Ölmüşüm ben; gömmeyin, hemen şimdi un ufak edin ya da yakın beni. Benden arta kalanları bir başkası bulup da hayaline giydirmesin. Benden arta kalanlar bir başkasının içini ısıtmasın. Ve benden arta kalanlar bir başkasının hayalini boşa çıkarmasın, o başkasının hayatını karartmasın.

29 Eylül 2012 Cumartesi

Büyük Resim

Anatomi sözlüsünden çıktım. Tek hatam vardı. Bana Calcaneus’u -ki kendisi topuktaki kemik olur- gösterip ismini soran profesörüme “Talus” dedim -ki kendisi ayak bileğindeki kemik olur-. Tembellikten, bilmemekten değil aslında. Ağzımla düşünmekten olabilir mesela: Kemiğin her çıkıntısının ismini, yerini, şeklini, her girintisine bağlanan tendonu, inciğini, cinciğini biliyordum. Sağdaki uzantının adı “Talus Rafı”ydı. Ağzım talus dedi, tutamadım.

O kemikteki her türlü ayrıntıyla ilgili bilgi sahibiyken kemiğin adını bilememek… Resimdeki ufak detaylara o kadar odaklanmışım ki büyük resmi unutmuşum. Deniz deniz olmaktan çıkıp balık ve su olmuş gözümde. Çoğumuz için de öyle: Ayrıntılara fazla takılıp hayatı ıskalıyoruz.

Kararsızlık diye bir illet var mesela. Küçük şeyler için çok düşünüp, çok kafa yorup zaman kaybediyorum ben. “Arkadaşımı arayacağım. Koridorda mı konuşsam, balkona mı çıksam?”, diye düşünürken dakikalar harcadığım oldu. Balkona çıktım sonunda ama telefona cevap alamadım, sinyal sesinden sonra mesaj bırakmak da bana çekici gelmedi, kapattım. Peki Cem*, kararsızlığı nasıl yenebiliriz? Cevap basit: Karar vererek.

Küçük hesaplar yaparken büyük balığı kaçırmak neden? Ben o arkadaşıma hala ulaşabilmiş değilim mesela. Onunla konuşamazken, ya da umarım birkaç gün sonra onunla konuşurken, balkonda olmamın ya da koridordan aramamın bir önemi olmayacak ki. Sesi, o sesin ardındaki düşünceleri, onu yönlendiren hisleri dururken nasıl bir ortamda sohbet ettiğimizin ne önemi var? Yok.

Bir nasihat daha… Gerçi ölüm döşeğinde, 108 yaşında, bilge bir gezgin değilim; hayatla ilgili ne bilebiliyor olabilirim ki nasihat vereyim? Nasihat değil de bir fikir, bir bakış açısı vereyim öyleyse. Bir şeyi yapmakla yapmamak arasında kararsız kaldıysan o şeyi yapıver. Yapmayıp sürekli olarak “Acaba yapsa mıydım ya, nasıl olurdu ki?”, diye düşünerek kendini bitireceğine en kötü ihtimalle bir süre “Niye yaptım? Aptal kafam!”, diye düşünür sonra unutur gidersin her neyse.

* Kendime Suskun diyebildiğim zamanlar yazmak daha güzeldi. Gugıl sağ olsun ismimi, gerçek ismimi, hakiki olanı kullanmak zorundayım. Aha şu yazının altında “Gönderen: Cem insanı” yazıyor mesela. İsmim çok güzel, hem belliydi ben olduğum Bay J’nin Jerfi Benveniste olması gibi ama şimdi çıplakmışım gibi hissediyorum.**

** Çıplak değilim.

25 Eylül 2012 Salı

Mavi - Kırmızı

Tekle yetinmemekten bozuldu insanlık. Bir araya geldiler, çift oldular, elma yediler, dünyaya geldik. Dünyada da tek olamadık, parçalandık, tek bir tarafta olamadık, farklı saflarda durduk, düşman olduk, savaştık. Savaşıyoruz.

Tek başımıza yaşayamadık, başkasına ihtiyaç duyduk. Belki o da bize ihtiyaç duydu, kullandı, saf bir sevgi dururken çıkarlar doğdu. Gün geldi, o ihtiyaç duymadı bize, duymadı da bizi, görmezden, duymazdan geldi ama kendi gelmedi. Özledik, üzüldük, kâh ağladık, kâh ağlanacak halimize güldük, sonra onu da unuttuk, gülemez olduk.

Tek iyiydi, ama bizim çiftimiz, çifte standartlarımız vardı. Kıskandık, kin besledik, kıskanıldık, sırtımızdan vurulduk. Kendi çifte standartlarımız da vardı. Bizce biz hiç kin beslemedik, hep başkaları suçluydu, haksızlık ettiler bize.

Giriş güzel oldu gibi gibi… Ama şu girişi böyle bir şey için yapmak? Çifte standartlardan nefret ediyorum, dünyadaki adaletsizlikten… Arkadaşlarımın adaletsizliğinden, az sevilmekten, çok eleştirilmekten, haklı olmalarından, iğrenç olmamdan, böyle doğmamdan nefret ediyorum.

Dedim ya, inanılmaz saçma bir sebepten yaptım şu girişi:

Bir başkası tokat atacakken gözlerini yuman, ben elimi saçına uzatırken irkilip geri çekilen “dost”larım olması çok rahatsız ediyor beni. Daha önce de varlardı, şimdi de varlar, gelecekte de olacaklar… Çifte standart… Ben tekken iyiydim, önce çift ve belki sonra çok daha fazlası olmak istedim. Çok fazla istedim, keskindi sirkem, küp oldum, bana zarar verdi.

Evren… Bak senden çok bir şey istemiyorum. Sevgili vermeyeceksin, onu biliyoruz zaten. Geri zekâlı değilim: Hayatımı beraber geçirebileceğim o özel kızı ancak ben bir sevgili istemediğim zaman göndereceksin ve –ne tesadüftür ki- her an her saniye yalnızlık hissini başıma musallat edip benim sevgili istemediğim günün gelmesine de asla izin vermeyeceksin. Ama bari şöyle iyisinden dostlar nasip et bana. Genel bir yalnızlık hissi olmasın mı? Yine olsun. Hormonlardan yürü, sevgilisizlikten yürü, etrafımdaki herkesin manitası olsun ben sap sap gezeyim ortalıkta, sorun yok. Ama iki üç arkadaş ver ve bana diğer insanlara davrandıklarından bir nebze, azcık daha iyi davransınlar, hepsi bu kadar. Kocaman evrensin, vardır içinde öyleleri, bana gönder.

Cem olmaktan değil ama “Cem işte” olmaktan bıktım ben. “Falanca bir yerdeki, sevgilim, ailem, ruhum ve telefonumdan sonraki en yakınım”ı olayım artık birilerinin. Tek yaşamalıyım, öğrenmeliyim tek kalıp bundan şikâyet etmeyebilmeyi ama iradesizim, yapamıyorum. N’olur biri, ki bu biri sadece ve sadece kendimim, bana düzgün bir dost bulsun.

23 Eylül 2012 Pazar

Arkadaş İçin Çiğ Balık Bile Yenir Mi?

Yenmez bence. Yenmemeli. “Arkadaş için çiğ tavuk bile yenir.” demiş ya atalarımız, ben katılmıyorum. Tavuk, balık, beyaz et, sağlıklı yaşam, tamam ama çiğ…

Ne popülerse onu yapmıyormuşum. Kısmen haklı bir yargı… Ama ben o şekilde genellenmekten hoşlanmıyorum. “Toplumun aptalca alışkanlık ve ritüellerini, sürü politikalarını reddediyorum.”, diyorum. Ama sıra arkadaşım kafaya taktı: (üniversitedeyiz ama bir sıra arkadaşım var, kanka diyecektim de, çok popüler bir söyleyiş diye es geçiyorum) (evet, tamam, popülmez şeyler yapmayı seviyorum) Bu senenin sonuna dek bana yaptırmayı planladığı üç şey var, benimle birlikte yapmayı:

1 – Pişmemiş balık yemek… “Suşi”… Japonların “Çinliler ne bulsalar yiyorlar, millet bizi görünce ayırt edemiyor, böcük yiyip yemediğimizi soruyor, altlarında kalmayıp biz de saçma bir şey yiyelim, şimdi Çinliler düşünsün!” düşüncesiyle ortaya çıkardıkları bir yiyecek… Çiğ balık… “Öyle değil işte, o ateşte değil ama kendi baharatları, kendi çeşnileri içinde pişiyor, çiğ değil yani.”, diyenler olacaktır. Yemeden cevap veremem buna. Hayatım boyunca da cevap verebileceğimi zannetmiyorum.

2 – Işın Savaşı… Çok garip ya, “Laser tag” için de yok bir Türkçe karşılık. Popüler olan hiçbir şeye Türkçe bir isim uyduramamışız. Üçüncünün de dilimizde bir eşdeğeri bir şeyi yok mesela. Ben bir Türk’üm, bunları garipsemek, bunları reddetmek, benimseyememek benim dilimde de var, kanımda da… Işın savaşına gidip kurtlarımızı dökecekmişiz. Kurtları dökmek ha? Büyük Bozkur… Höst Cem, abartma.

3 – Gitar Yıldızı… Kimse “Bunu niye ‘Gitar Kahramanı’ diye çevirmedik?”, demesin lütfen. Kendi dilinde bile anlamı yok onun. Bizimkinde de anlamsız oluyor. Guitar Hero’yu oynardım belki normal şartlarda… Ama benim şehrimde öyle yerlerde it, kopuk, “apaçi”, “emo” ve lise arkadaşlarım takılıyordu. İyi yerler olmadıklarına inandım hep. Ayrıca beceremem diye korkuyorum sanırım.

Konuyla hiç alakası yok ama bu kadar yabancı isimli popüler şeyden sonra bir şeye, önemli bir şeye dikkatinizi çekmek istiyorum: Gezer marka terlik giyiyorum. Hayır, Gezer marka terlik giymek değil önemli olan. Tabanına baktım geçenlerde, merak ettim neler yazıyor diye. “Made in Türkiye” yazıyormuş. “Öküz herifler İngilizce bilmiyor.”, değil; kendi dillerine ve milletlerine, ülkelerine değer veriyorlar. Kim kendi ülkesi için hindi denmesini ister? Ben istemem, sen de isteme: “I’m from Türkiye”

Tamam, kimi kandırıyorum ki. İradesizim, Burak illa ki yaptıracak istediğini. Arkadaş için çiğ balık yenir. Ama ben kimsenin dili öyle emrediyor diye hindi muamelesi yaptırmamalıyım kendime.

18 Eylül 2012 Salı

Etik Testi

Bu etik testini Burak anlattı bana. Ona da uluslararası bir kongrede bir arkadaşı anlatmış. Ona da… Neyse işte. Hikâyeyi anlatıp gideceğim. Bir sonuç, bir çözüm, bir kural yok. Sadece nasıl düşünüyorsunuz, siz etiğe nasıl bakıyorsunuz, onu görmeye yarıyor.

Doktorsun. Yıllık izninde dev gibi bir gemiyle mavi, masmavi bir tura çıktın. Ama güzelim tatilin büyük bir felaketle, bir gemi kazasıyla sona erdi. Birkaç kişi ve sen, zar zor bir kıyıya atabildiniz kendinizi. Şimdi küçük bir adada, Survivor’dakinden çok çok daha küçük bir adada mahsur kaldınız. Filika boyutlarında, 4 kişilik, motorlu bir deniz taşıtınız var. Gruptaki kaptana göre 10 günlük mesafede bir kara parçası ve medeniyet var. Kurtulmanız ihtimali yok mu? Var. Ama…

Çok sık rastlanmayan, pek bilinmeyen, ölümcül bir hastalığa yakalandın. Tembelin tekisin sen, nerden biliyorsun bu ender rahatsızlığı? Çünkü ne tesadüftür ki hastalık antijenini ve 5 adet şırınga barındıran bir paket taşıyordun yanında. Gösterdiğin belirtiler, doktora tezin için araştırdığın hastalığın belirtileri. Mavi tura çıkmışken başka işleri de aradan çıkartmaya çalıştın. Tropikal bölgede aynı hastalığı araştıran Birleşik Devletli arkadaşınla buluşmak ne kadar da iyi bir fikir gibi gelmişti oysaki. Bravo. Serçe parmağına düzenli olarak radyasyon uygulayıp radyasyonun zararlı olduğunu ispatlayan adam gibi oldun. Hastalığı kendi üzerinde çalışabilirsin artık.

Ama sorun şu ki hastalık hava yoluyla yayılıyor. Ve ne fark ettin? Adadakilerde de başladı kızarıklıklar, el titremeleri… Diğer insanlara da bulaştırdın hastalığı.

Hastalığın antijenini bir ata enjekte edip attan aldığın serumla adadaki insanları kurtarabilirsin. Ama her yer kayalık, at yok. Antijeni adadakilerden birine enjekte etmek o kişiyi yarım saat içinde öldürecektir. Fakat o kişinin kanındaki serumla 4 kişiyi kurtarabilirsin. Muazzam! Ama kimi öldüreceksin? Hangi 4 kişiyi hastalıktan kurtaracaksın, hangi 4 kişinin denize açılıp medeniyete ulaşmalarını sağlayacaksın? Geride, adada bırakacağın insanlar da var tabi. Tedavi uygulanmadığı takdirde onlar da 10 gün içinde ölecekler.

Burada başlıyor test. Kim ölür, kim yaşar, kim adada bırakılır? İşte seçenekler:

1- Kaptanımız var. Sizin o adada olmanızdan sorumlu kişi aha da bu herif… Kazanın nasıl olduğunu bilmiyorum, gece vaktiydi, ben bir şey görmedim. Garip, kaptan da bilmiyor, o da bir şey görmedi, o yüzden oldu zaten kaza. Kaptanımız alkolik… Alkol şişede durduğu gibi durmamış, aynı zamanda siroz etmiş adamı. Kaptan Yahova Şahidi… Bir şeye şahitlik ettiği de yok aslında, bir inanış bu. Ve onun inanışında kan nakli yasak. Kaptan motoru kullanıp sizi medeniyete ulaştırabilir. Ama diyor ki “İsterseniz bana antijeni enjekte edin, kurtarın kendinizi. Ama başkasının kanından elde edilmiş herhangi bir şey istemiyorum. Serum enjekte ederseniz bana, atarım kendimi denizlere, intihar ederim.” Motoru kaptandan başka kullanmayı bilen yok. Gerçi kullanırız, orası kolay da pusula okuma ve yön bulma durumu ne olacak?

2- Bir köpek var aranızda. Kaza sabaha karşı oldu. Kaptan dışında hepiniz uyuyordunuz, nasıl oldu da buradasınız? Nasıl oldu da uykunuzun en derin anında kendinizi derinlerde bulmadınız ve uyanıp kurtuldunuz? İşte bu köpek sayesinde… Kaza anında, kaptanın görmediği şeyi köpek görmüş, hissetmiş olmalı; var gücüyle havlayıp üst kamaralardaki sizi uyandırdı, güverteye çıkmanızı sağladı. Aşağıdakiler su dolu odalarda kapana sıkışmışken siz su yüzeyindeydiniz ve işte buradasınız. Bir arama kurtarma köpeği bu. Hikâyesini o değil, tasmasındaki rozet anlatıyor. “No 2-Arama Kurtarma.”

3- Genç, 20li yaşlarının sonlarında, hamile bir hatun var. Kadın iyi, güzel, karnındaki ve yalnız bir anne adayı olarak omuzlarındaki yükü saymazsak hayatının en güzel döneminde… Ama karnındaki yük yokken dahi kendini mahveden bir alışkanlığı, bir bağımlılığı var: Beyaz zehir, uyuşturucu… Kızarıklıklar evet, senin bulaştırdığın hastalıktan kaynaklanıyor. Ama el titremeleri uyuşturucu yoksunluğundan da olabilir, ondan sen de emin değilsin.

4- Göbeği burnundaki kadının karnında küçük bir yolcumuz daha var. Bir şeylerin ters gittiği belliydi bebekle ilgili ama test sonuçları yakın zamanda ulaştı annenin eline: Down sendromu. Kromozomla alakalı bir hastalık, tedavisi yok. Bebek bir özürlü olarak yaşayacak, muhteşem bir hayat değil. Ama o hayatta mutlu da olabilir, zihnen, bedenen kısıtlı bir yaşam mutlu olamayacağınız anlamına gelmiyor. Bebekte senden bulaşan hastalığın semptomlarını gözlemleyemiyoruz henüz ama anneye bulaştırdığın hastalık bebeğe de geçmiş olmalı. Antikorlar için işler öyle yürümüyor ama. Anne ve bebeğin ikisini de kurtarmak istersek iki şırınga harcamamız gerekecek.

5- Grubun en belalısı işte şimdiki adam: Bir mafya babası… Baba dediğime bakma, iğrenç bir herif bu. Daha önce duymuştum adını: Etrafında oğlancı olarak nam salmış bir pedofil. Bu mafya lideri uzun boylu dev gibi bir herif… Kendisini kurtarmazsan seni öldürmekle tehdit ediyor. Doktora şiddet her yerde be dostum. Daha azı için seni öldürebilecek hasta yakınları gördün. Çalıştığın her gününde doktorluk değil, ölüm kalım savaşı veriyorsun zaten, sadece başkalarının Azrailleriyle değil kendininkiyle de… Kuru gürültüye pabuç bırakacak biri değilsin ama bu adam gerçekten ciddi sanırım.

6- Bak kim var burada. Dünyada toplamda kaç opera sanatçısı var bilmiyorum. 3 mü? Ama en ünlülerinden biriyle bir adada mahsur kaldın. Bu muhteşem (!) gemi yolculuğunda her gece bir sanatsal bir ziyafet sunuyordu bu adam. Pek uzun sürmüyordu, tek bir parça, tek bir bölümü söylüyordu ama millet zevk almış görünüyordu. Soprano deyince akılda canlananlar gibi, geniş bir diyaframa sahip, obez. Hamile kadın gibi bu adamın da ağzı burnunda… Söylemeyi unutmuşum, şeker hastası bu amcamız. Rahatsızlığı ölümcül derecede… Senin bulaştırdığın şu lanet hastalık olmasa da çok yaşamaz. Zar zor nefes alıyor artık. O yüzden uzun parçalar okuyamıyordu. Kalabalığa biraz şov yapıyor, sonra dinlenmeye çekiliyordu.

7- Yaşlı, inatçı bir cadı var. Misyoner… Sık sık açıp o kutsal kitabından bölümler okuyordu millete. Sohbeti hiç sarmıyor. Sen bilim insanısın. Seni dine davet ediyordu. “Az ameliyat, çok ibadet et.”, deyip duruyordu. Sürekli senin insanları kurtarmakta bir piyon olduğunu, bir işe yaramadığını anlatıyordu. Sen olmasan da hastaların yaşayacak ya da kurtulacaklar. Birinin yaşayıp yaşamamasına bir babayla oğlu ve onların hayaleti, ya da öyle bir şey karar veriyormuş. Sözde soykırımı falan da tartışmıştınız kadınla. İllet bir şey ya… İnanılmaz itici bir insan. Millet azize gözüyle bakıyor ama ifrit olduk kadına.

8- Grupta gencecik bir kızımız da var. O kadar küçük, o kadar zayıf ki… Gözleri çökmüş ve saçları yok. Radyoterapinin yan etkileri bunlar. Evet, kan kanseri, Lösemi. Doktorlar -senin gibi araştırdığı hastalığa yakalanıp başkasına bulaştırmayacak kadar iyi olan başka doktorlar- 1 aylık ömür biçmişler kıza. Anne babası da bu tatile göndermişler kızlarını. Kaza olmasaydı bu gemi yolculuğuyla bitmeyecekti kızın gezisi, başka planları da vardı. Madem ölüyor, başka diyarlar görerek ölsün istemiş ailesi. Ve kendilerinden uzakta… Evet, kızlarının günden güne, parça parça ölümüne şahitlik etmek istememişler.

9- Son ada sakini… 6 yıl tıp fakültesinde dirsek çürüttükten sonra zar zor doktor olabilmiş, asistanlığının son yılındaki, doktora tezi için konu ararken belasını bulan sen. Konu bulmakla kalmayıp kendini hasta etmenle, bu hastalığı 8 kişiye daha bulaştırmanla gösterdin ne kadar iyi bir doktor olduğunu. (belki gemideki diğer insanlara da bulaştırdın ama onlar için vicdan yapma; öldüler zaten; amca, yeğen ve kutsal hayalet böyle istediler) Sizin “zarar verme” diye bir kuralımız vardı sanki. Evet, şu ana kadar olanları değiştiremeyiz ama bundan sonrası bizim elimizde.

Ben mi? Ben senin iç sesinim, yokum ben. Adada 8 kişisiniz. Bebek doğdu doğacak, olacak 9. Kime antijen enjekte edip 30 dakika içinde öldüreceğiz. Hangi 4 kişiye serumu enjekte edip hayatlarını kurtaracağız. Hangi 4 kişi motora binip denize açılacak ve medeniyeti arayacak? Kendimizi öldürmek de var seçenekler arasında. Kendine saf antijen enjekte edip serumunla insanları kurtarabilirsin. Ölürsün ama efsane olursun, bunu da düşün. Ya da kendini kurtarabilir, yanına üç kişi alıp denize açılabilirsin. İçlerinde en kalifiye sensin gibi ama sen bulaştırdın insanlara hastalığı… 4 kişiyi kurtarıp, 1 kişiyi öldürüp, adada sonunu beklemen de mümkün.

Hadi düşün… Bir iç sese nazaran fazla bile konuştum. Cevabını duymak isterim. Sebepleriyle ya da keyfi karar verdiysen sadece ölen ve kurtulanlar olarak… Yazı tura da atabilirdik. Ama para bizden daha iyi kararlar vermeyecektir.

1- Alkolik Kaptan
2- Kahraman Köpek
3- Uyuşturucu Bağımlısı Anne
4- Down Hastalıklı Bebek
5- Pedofil Mafya Lideri
6- Morbidit Diyabetik Soprano
7- Misyoner Yaşlı Kadın
8- Lösemi Kız
9- Hastalık Kaynağı Doktor

9 Eylül 2012 Pazar

Çalışmadan Sınavdan Yüksek Alan Velet

Türkiye’nin, bana göre, en iyi tıp fakültesinde okuyorum. Çok popüler laflar etmeyi sevmem ama şöyle bir söyleyiş tarzı var: “Sene olmuş 2012, hala Demir Demirkan’ı* bilmeyen insanlar var!” Ben de benzer bir söyleyiş tarzı kullanmak zorunda kaldım: “Hacettepe Tıp’ı kazanıp da hala ‘Çalışmıyorum.’, diyen insanlar var!”

Ben çok zekiyim. Cidden… “İnternette zekâ testi de yaptım, yüksek çıktı.”, değil. En az üç kez zekâ testinden geçtim. İşin uzmanları tarafından yapılan testler… Sadece birinin raporu var evde, onda da yaşıtlarına göre “Çok Üstün” yazıyor benim için. Boru değil, öttürmüşüm yani. (Gerçi “Seanslar sırasında çok saygılı, terbiyeli olduğu gözlendi.” gibi saçma bir not da var. O terbiyeden eser kalmamış.) Ama ana fikir şu: Benim bildiğimi senden saklamaya lüzum yok. Çok zekiyim.**

Ben çok zekiyim ama hatırladığım kadarıyla çok çalıştım ÖSS’ye. Çok uç bir örnek -işin ucunda iddia vardı- ama 1000 soru çözdüğüm gün oldu. 1440 dakikalık bir günde 1000 soru. Şimdi bulunduğum bölüme ucu ucuna girdim. Fazlaca zekâ, hayvani bir çalışma ve sonunda aldığım şey 350’ncilik. Çalışmadan girilmiyor o fakülteye. Bir iki istisna vardır muhakkak. Onlara da istisna değil bal ya da Biyoloji Olimpiyatçısı/Biyoloji Projecisi denir.

Hacettepe’yi kazandın, oraya kapağı attın. Düzlüğe çıktın mı? Rahata erdin mi? “Artık gelsin yata yata sınıf geçmeler, gelsin kolay yoldan para kazanmalar, gelsin ayda milyarlar kazanmalar.” diye düşünebilir misin? Düşünemezsin. Her komite ÖSS ile eşdeğerdir. ÖSYM yok, Hacettepe Profesörleri var karşında, komite daha zor bile olabilir.

Şimdi çalışmadan Hacettepe’yi kazanan ya da çalışmadan sınıfı geçen o arkadaşlarıma sesleniyorum:



Yoklar ki! Kime sesleniyorum? Çalışmadan kazanan, çalışmadan başaran, çalışmadan yüksek alan yok. Hacettepe’de olup çalışmayanlar yok mudur? Var. Geçen sene varlardı, orada kaldılar. Geçen senede… Onlar geçen seneyi bir kez daha yaşayacaklar.

Şimdi de çalışmadan Hacettepe’yi kazandığını ya da çalışmadan sınıfı geçtiğini iddia eden o arkadaşlarıma sesleniyorum:

“İki dakka adam olun lan!”

*Genelde Demir Demirkan değil de garip gudubet gâvur grupların adları olur orada. Bu aralar herkes RHCP diyor mesela. Ülkeye gelene kadar Sosyalist Enternasyonal Partisinin kısaltması falan olduğunu düşünüyordum. Millet sosyal medyaya, kollarına gamalı haç dışında şekiller yapıştırdıkları “RHCP zamanı!” başlıklı fotoğraflar koyunca anladım yanıldığımı. Red Hot Chilli Peppers’ın o kullanımını bilmemek de benim öküzlüğüm, kusura bakmayın.

** Bu aralar çok alınganım, çok atarlıyım. Kendimi övmekten de geri durmuyorum. Ama anlamışsınızdır zaten. Kendimi bu şekilde övmek büyük bir zavallılık…

2 Eylül 2012 Pazar

Sosyal Medyada Sosyal Sorumluluk

Sosyal medya müthiş büyük bir güç… Alex bir şeyler yazdı twitterdan, kıyamet koptu, başkanmış çalıştırıcıymış oyuncuymuş taraftarmış hepsi birbirine karıştı, olaylar olaylar… Sonra da BBM’de bir şeyler yazmış, ayrıntısını bilmiyorum. Evet, sosyal medyayla yeri yerinden oynatmak mümkün, ama sosyetiksen mümkün, gerçekten niyetin buysa, istekliysen, bir şeyler yapıyorsan, bir baltanın sapıysan mümkün… Plajda güneşlenirken eline telefonu alıp tweet atan biri, evinde sabahtan akşama kadar ekşi okuyup chatleşirken facebookta profil resmini değiştirerek bir şeyleri protesto eden biri… Komik oluyor gerçekten.

Siyah kurdelelerle başladı her şey… Başlarda anlamlıydı belki. Bunu ilk kez yaptığınızda bir şeydir, her seferinde yapıyorsanız alışkanlıktır, hobidir, fotoğrafçılık gibi bir şeydir, saçmadır. Bu iş de öyle oldu. Bazı şeyler internette anlamlı sözler söylemekle çözülmüyor. Süreklilik başarıyı getirir, evet, ama bu konuda hayır… Terörü lanetleyerek çözebilir misin? Hapse giren bir öğrenciyi tt yaparak kurtarabilir misin? Yo… Ee, o zaman niye yapıyoruz bunları, niye yapalım? Öğrenilmiş çaresizlik değil bu. Öğretmenler atanamadı diye vazgeçecek değilsin, vazgeçme, tepkini yine koy ama twitterda Şafak Öğretmenin ölüm yıldönümünü anarak değil, onun gibi savaşarak ulaşmaya çalış hedefine. Hoş, zaten çoğunuzun umurunda bile değil atanamayan öğretmenler, maksat muhabbet olsun, ilgili görünün ülkenin sorunlarına, entelektüel sansın millet. Bunun için yapıyorsan hiç yapma, hiç bulaşma bunlara, bırak öyle kalsın.

Ülkenin yöneticilerinin sabah kalkar kalkmaz yaptıkları ilk işin facebooku açıp “Bakalım hangi sayfa bir milyon beğeni almış, öğrenelim de o konuda adımlar atalım, çözelim sorunu.” dediklerini mi zannediyorsun? Bak, o konuda emin değilim, büyük konuşmak istemem, yapıyorlardır belki ama bu çok düşük bir ihtimal. Hele “Türk bayrağını beğenecek 1 milyon kişi bulabilirim” sayfaları… Son zamanlarda muhtelif yerlerden mantar gibi “birkapsu”cular da fırlamaya başladı. “Nolur kapınızın önüne bir kap su, Allah rızası için bir kap su koyun, çocuğum hasta nolur bir kap su koyun!”cuların ne kadarı kapısının önüne bir kap su koyuyor acaba?

Ulusal bayramlardaki bayraklı görüntü resimlerine çok takılmıyorum. Televizyon kanalları da köşeye bayrak yerleştiriyorlar mesela. Protesto amaçlı değil o, kutlama, içten gelen bir şey. Normal o…

TWİTTER

Şu mikroblog çok değişik bir şey. Türlü türlü canlı var burada. Twitter başından beri 140 karakter sınırına sahipti. “Da da… Artık 140 karakterden uzun olmayacak gönderiler.” denmedi ki, hep böyleydi. Niye 138 ya da 156 değil de 140, bilemeyiz ama böyle uygun görmüş siteyi kuran herif. Sen kalkıp 140 karakter sınırına niye bok atıyorsun? Beğenmiyorsan kullanmazsın. Zorla tutan yok ki…

Bu mikroblogun kendine has değişik değişik söz söyleme sanatları da var, sadece internette, burada görebileceğiniz şeylerdir onlar. Adam Mecaz-ı Mürsel, Tecahül-ü Arif yapıyor sanki: “Uzay Yolunun son filmini sevmemiş olduğum doğrudur.” Sevmedim diyemez, “olduğu doğrudur” kalıbı kullanmak zorunda hisseder kendini. Böyle diyince takipçi sayısı artar çünkü, millet önemli biri olduğunu düşünür, müthiş bir söz sanatı yapmıştır. “Stefın Şpilbörg candır!” ne demek? Evet, o da bir can, haklısın. Ama… Mesela Emre La Liga yorumculuğu yapıyor, dergilerde, bloglarda, sağda solda yazıları yayınlanıyor, kendi sitesi de var. Ama o da bir genç, o da insan, o da tweet atıyor, tweetle yatıp tweetle kalkıyor. Twitterda 17 bin gönderisi var. Bir kez bile “Messi candır.” yazmış mıdır? Söyleyeyim, yazmamıştır.

Ben de facebook kullanıyorum, ben de twitter kullanıyorum. Gönderilerimden biri iki kez RT edilince benim de bir yerlerim kalkıyor. Ama birilerinin doğruları söylemesi gerek. Söylüyorum: Bu yazıyı beğenmeyecek x (Burada, ülkedeki internet kullanıcılarının yarısından biraz daha büyük bir sayı var.) insan bulabilirim.

Not: Allah twitterdaki direksiyonerlerin bin türlü be… Sayfa da silinmiş zaten.

1 Eylül 2012 Cumartesi

Fotoğraf

Türlü türlü hobiler var. Aslı ile Ayşe Aikido yapıyor. (3 tane A oldu.) Bahadır desen hobi olarak manyaktır, ciddiyim, adam kafadan kontak değil, manyak oluşu bir hobi aslında: Sürekli ilim irfan geliştirici kitaplar okuyor, Sigmund aşığı mesela. Burak piyano çalıyor, keman öğreniyor. Özge resim çiziyor. Bunların hepsini anlıyorum. Yaratıcılık olan, kendilerinden bir şeyler katarak zenginleştirebilecekleri ya da kendilerine bir şeyler katarak zenginleşebilecekleri etkinlikler; kabul. Ama fotoğrafçılık?

Eline bir fotoğraf makinesi alıyorsun ve o anda fotoğrafçı oluyorsun. İsim de önemli tabi, seninki değil, sen kimsin ki? Fotoğraf makinesininkinden söz ediyorum: Conan ya da Heman olacak. Dediğim gibi, sen önemli değilsin ki, makine önemli. Aslında hobi sahibi olan sen değilsin, makine yapıyor fotoğrafçılığı. Sen onun kullandığı bir araçsın sadece.

Fotoğraf makinesi seni kullanarak neler çekebilir? Bunu sormanı bekliyordum. Masa ayağı mesela… Evet, çiçek, böcek, kuş, çiftleşen sinekler tamam… (Sonuncusu ne kadar hastalıklı bir ruha sahip olduğumun kanıtı, değil mi?) Ama masa ayağı çekiyor, bunu hobi olsun diye yapıyor. Ne kadar ışık, açı, odaklama vs. vs. öğrenirsen öğren masanın ayağı yine de masanın ayağıdır. Kimse kalkıp “Aa… Ne de güzel bir masanın ayağı, tam ofisimin duvarına yerleştirmelik bir detay! Bayıldım!” demeyecek, diyorsa kızsındır. Ama varsın demesin, makine bu işi hobi olarak yapıyor zaten.

Fotoğrafçılık olayının bir hobi olarak nasıl çıktığına, yükseldiğine dair teorilerim var. Tabi ki düğün fotoğrafçıları sayesinde! Elinde makinesiyle düğüne kız bakmaya giden gençlerimiz “Çıkışta kazık fiyata satıyorum bu fotoğrafları, yolumuzu buluyoruz.” diyememiş kızlara, tavlayacak ya, lehine kullanmayı bilmiş “Hobi” demiş. Kız insanı da yemiş, gerçekten hobi olduğunu sanmış. Fotoğrafçılığın kendi kendini yiyip bitirmemesine, tüketmemesine şaşıyorum. Fotoğrafçı insanı kendini gerçekten özel biri sanıyor sanırım ya da hala aynı kafadalar, karizmayı çizdirmek istemiyor. Biri de çıkıp demiyor “Ben çok çektim bu illetten, sen çekme, git başka bir şey yap.”, diye.

Kimse alınmasın, gücenmesin. Ben zaten anlamam bu işlerden. Fotoğrafçılık, koleksiyonculuk, endüstri mühendisliği, işletme… İnsanlar bunları hobi olarak yapıyorlar, ciddiye alınmak için değil. Benim bunlar hakkında ne düşündüğümden kime ne… Ben ne söylersem söyleyeyim devam edersiniz. Eğleniyorsanız devam edin tabi. Ben de hala jonklörlükle uğraşıyorum, benimki daha bok.