22 Temmuz 2011 Cuma

Dünya Dışı Yaşama Mesaj

00000010101010000000000001010000010100000001001000100010001001011001010101010101010100100100000000000000000000000000000000000001100000000000000000001101000000000000000000011010000000000000000001010100000000000000000011111000000000000000000000000000000001100001110001100001100010000000000000110010000110100011000110000110101111101111101111101111100000000000000000000000000100000000000000000100000000000000000000000000001000000000000000001111110000000000000111110000000000000000000000011000011000011100011000100000001000000000100001101000011000111001101011111011111011111011111000000000000000000000000001000000110000000001000000000001100000000000000010000011000000000011111100000110000001111100000000001100000000000001000000001000000001000001000000110000000100000001100001100000010000000000110001000011000000000000000110011000000000000011000100001100000000011000011000000100000001000000100000000100000100000001100000000100010000000011000000001000100000000010000000100000100000001000000010000000100000000000011000000000110000000011000000000100011101011000000000001000000010000000000000010000011111000000000000100001011101001011011000000100111001001111111011100001110000011011100000000010100000111011001000000101000001111110010000001010000011000000100000110110000000000000000000000000000000000011100000100000000000000111010100010101010101001110000000001010101000000000000000010100000000000000111110000000000000000111111111000000000000111000000011100000000011000000000001100000001101000000000101100000110011000000011001100001000101000001010001000010001001000100100010000000010001010001000000000000100001000010000000000001000000000100000000000000100101000000000001111001111101001111000 

Bu mesajı göndermişiz evrene, uzaylı dostlarımıza… Bu ikili kod, “Arecibo” radyo teleskopuyla, 25 bin ışık yılı uzaklıktaki, dünyamıza en yakın sisteme gönderilmiş. Bizler dünyalıyız, bizlerin bile rahat rahat çözemeyeceğimiz bir ileti bu. Arkadaşınıza gönderseniz 1 ve 0 tuşlarında bir bozukluk olduğunu, klavyenizi kontrol etmenizi söyler. Ama uzaylılar bu mesajı aldığında kendilerininki dışı bir gezegenden, anlamlı bir “Merhaba!” mesajı olduğunu anlayacak öyle mi? Bu kadar zeki olsam ve bu radyo dalgasını anlamlandırabilsem dünyaya gelir, “Sen misin bu zor bulmacayı gönderen?” der, kafa göz dalardım dünyalılara. Gerçi bir uzaylı koca mesafeyi tek günde aşabilse bile geldiğinde mesajı gönderenlerin 25 bin yıl sonraki torunlarıyla muhatap olması gerekecek.


Mesajın görsel hali.
Sonuç ne olursa olsun gelişme şu: Dünyanın dışına anlaşılması çok zor bir mesaj göndermişiz. Sayılarımızı tanıtmışız. DNA’yı oluşturan elementleri, DNA’daki şeker ve bazların formüllerini açıklamışız. DNA’nın ikili sarmal yapısının, o DNA’ya sahip insanların, o insanların bulundukları güneş sisteminin grafiklerini göstermişiz. Finale de imza niteliğinde bir Arecibo Radyo Teleskopu şekli çizmişiz. Önemli olan gelişme ya da sonuç değil, önemli olan sebep. 

Sağlıklı ya da ağır aksak bir iletişim, düzgün veya zorluklarla dolu ilişkiler kurabileceğimiz yeni organizmalar arıyoruz evrende. Dost sayılar yazısında yakın dostların azlığından söz ettim ama evrende yalnız değiliz ki, iyisiyle kötüsüyle birbirimize sahibiz. Uzaylılardan medet umacak kadar kestik mi umudu kendimizden, bizim gibilerden, insanlardan? Gerçi arkadaşlarım bile beni anlamaya çalışmaktan çoktan vazgeçmişken bir uzaylının bunun için çaba harcayacak olması ihtimali güzel geliyor kulağa. Birbirimizi kaale bile almıyoruz artık. Belki onlar, uzaylılar, görmezden gelmez bizi.

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Sütleğen


Sütleğen
Sütleğen, sütlüyen, sütlüvan, sütdüğen, sütgen, sütlengeç, sütlücen, sütlügan, sütlü ot, fıçı otu, seher otu, zehir otu, saçkıran otu. Aynı bitkiye verilmiş on üç farklı isim.

Süsen, cehennem zambağı, eşek lalesi, kırna, mezarlık zambağı, sevsen, sursal, suskal. Başka bir bitkiye verilmiş sekiz farklı isim.

Bu isimlerden bir kısmı birbirine benziyor. Belli ki halk arasında yanlış doğru kullanıla kullanıla dildeki şive farklılıkları gibi onlarda da böyle farklılıklar oluşmuş. Öte yandan bazı isimler, tam anlamıyla yepyeni bir soluk getirmiş çiçeğe. Eşek lalesi ile cehennem zambağı gibi… İlk isimleri atalım, “lale” ve “zambak” kalıyor geriye. Birinin ak dediğine öteki kara demiş.

Bilimsel adı ne olursa olsun, hiç kimse o bitkiye fıçı otu denmesine mani olamaz. “Ne fıçı otu birader? Zehir otu onun adı, cahil misin?” diye itiraz edersen adama, ayaküstü sopa bile yiyebilirsin. Başka bir bakış açısıdır her yeni isim. Zenginleştirir Sütleğen’i. Ya da zaten zengin olan sütleğenin farklı bir yönünü ortaya çıkarır.

Süsen
Düşünceler, öneriler, teoriler de çiçekler gibidir. Birinin “zambak” dediğine öteki “lale” der. Sorun, bunu sorun olarak gördüğümüz yerde başlıyor. Çiçeklere farklı isimler konuşunu normal karşıladığımız gibi düşüncelerimize farklı yaklaşımları kabul etmeyi beceremiyoruz. (Düşüncelere tahammülsüzlüğü de en çok seçim dönemlerinde görüyoruz. İki parti liderini ancak tek bir yerde sırt sırta; sadece tek bir yerde yüz yüze, dalaşmadan, birbirlerine sataşmadan görüyoruz: Reklam panoları. Adı lale ya da zambak, kendi fikrini savunmak varken ötekine çamur atmak neden?)

Egomuzdan arta kalanımız kadar büyüğüz. Yani oldukça küçüktür insanoğlu. Hatayı hep karşısındakinde bulur. Ve hep hata bulur. Oysa kimse mükemmel değildir. Tartıştığınız bitki cehennem zambağı da değil, eşek lalesi de… Dünyada ama dünya üstü bir şey o, süsen o, süsen, senin dünya gözüyle görüp isimlendiremeyeceğin, isminde son ve en doğru kararı veremeyeceğin bir şey o. Kimsenin kazanamayacağı belliyken böyle kavga etmek neden?

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Kumarda Kaybeden Aşkta da Kaybeder

Hazırlıkta, biri kurduğumuz grupla birlikte, diğeri bireysel olmak üzere iki sunum yapmamız istendi bu dönem. Bireysel olan sunum için kafamda kurduğum plan sürekli değişti: Önce matematik, sonra matematik ve kumar, sonra kumar, son olarak da Blackjack’ti konu. Sunum yapmaya çıktığımdaysa Blackjack ve stratejileri olmuş çıkmış benim sunum. Neyse… Sonuçta az biraz araştırma yaptım 21 oyunuyla ilgili, tarihini öğrendim.

Bu 21 denen zımbırtıyı Fransızlar icat ediyor. Bu zımbırtı, fırsatlar ülkesi Amerika’ya gidiyor ama Craps (bir çeşit zar oyunu) ve Poker’in hüküm sürdüğü bu memlekette bir türlü kendini gösteremiyor. Kumarhaneler biraz kafa yoruyorlar bu konuya, 21’in müşteri çekmeyişine. Bir formül bulunuyor: Aldığı ilk iki kartı, as ve siyah bir vale olan oyunculara bahislerinin 10 katı para ödüyorlar. Millet aç, çoluk çocuk evde kumarda kazanılmış haram para bekler. Kumarbazlar durur mu, hemen atlıyorlar yeme, iştahla yutuyorlar, düşük ihtimalli küçük bir değişiklik yüzünden bu yeni 21 oyununun müptelası oluyorlar. Oyunun adı da değişiyor: Blackjack, Siyah Vale. Yıllar geçiyor, “Siyah Vale” kumarhanelere en çok kâr yaptıran oyun olarak sağ kalmayı başarıyor. Onu çekici kılan 10 katı kazandırma kuralı artık silinip gitmiş olsa da.

Hadi aşka bakalım. (Aşkı da Fransızlar icat etti. Hah! Bu olmadı işte. Tamam, Paris aşk şehri olabilir ama tarihte bizimki kadar eski bir millet varken aşk nasıl, ne idüğü belirsiz barbar bir kavimler göçü ürünü milletin meyvesi olabilir ki? Parfümü pis kokularını örtmek için kullanırlarken aşkı hangi ayıplarını örtmek için kullandıklarını merak ederdim.) Karşı cinsten (tercihe göre değişebilir) biri vardır etrafınızda. Bir şekilde ilginizi çeker. Fiziğini fark edersiniz, çekici görünür gözünüze. Çok zekidir, öyle akıllıca hareket eder ki bulduğu çözümler ve olaylara bakış açısıyla sizi çok kez ağzınız açık bırakır. Hassastır da, çevresine, doğaya düşkün bir insandır. Ve iyi kalplidir. Evet, altın gibi kalbiyle adeta bir şefkat ve iyilik abidesidir o. Bir şekilde onun o iyi kalbini kazanırsınız, sevgiliniz olur. Mükemmel bir insandır o. Size 1’e 10 veriyordur. Sonra işler değişir.

Sorunlarınıza karşı ilgisiz kalır. Sizi dinlemez, sizi sevdiğini söylemez olur. Ağzından cımbızla laf alırsınız ya da eliniz boş kalır. Yolda yürürken yavru kedileri korkutmaya çalışır, bazen çöp kutusu çok uzakta kaldığında elindeki kâğıdı buruşturup yere atar. Burnunu karıştırdığı zamanlar olur, dün ne yediği sorusuna “Su sayılır mı?” sorusuyla karşılık verir. Ve sivilceleri çıkmaya başlar. Vücudunun görmenize izin verilen her yerinde, sadece sizin fark edebildiğiniz sivilceler… Değişmiştir artık. Ama o hala size ait olandır, mükemmeldir. “Bu durum kalıcı olamaz!” Kötü bir dönemden geçtiğinizi düşünüp eski haline dönmesini beklersiniz. Şansınız yaver gitmez. Kendinize “Niye değişti ki? Neden eskisi gibi değil!” diye sorar durursunuz, cevabı veremez, artık bu soruları sormayacağınız günün gelmesi için dua edersiniz. Yine de onunla birliktesinizdir, ondan ayrılamıyorsunuzdur. İçinizdeki, partnerinize dair umut hiç sönmez, ondan bir türlü kopamazsınız.

Siz bir aşk kumarbazısınız ve 1:10 kuralı ile gözünüz boyandı. Nasıl kumarda uzun vadede para kaybedilmeye başlansa bile (ki kasa her zaman kazanır) insanlar Siyah Vale’den vazgeçemiyor, siz de eskiden sevdiğiniz kadını/erkeği kaybetmiş olsanız da vazgeçmeyi beceremiyorsunuz.

Not: Bu yazıyı aşk değil, arkadaşlarımla ilgili tecrübelerime dayanarak yazıyorum. Ama başlık güzel durdu, yazı da bu şekilde gelişti.

16 Temmuz 2011 Cumartesi

Son Bir Şey Daha Var

Sene 1947. Yıldız Tozu (Star Dust) isimli uçak, Reginold Cook adlı geçmişi başarılarla dolu bir pilotun kontrolünde, 6 yolcu 5 mürettebatla birlikte Santiago’ya varmak üzere Buenos Aires’ten havalanıyor. (Ne uzun bir cümle!) And Dağlarına çakılıyorlar. Hepsi ölüyor. Yıldız Tozu telsizinden gönderilen son mesajlarda, anlaşılamamış bir kısaltma veya isim göze çarpıyor: Stendec. Bu mesaj birkaç kez tekrarlanıyor ve bir daha uçaktan haber alınamayışıyla son buluyor. Anlamı halen çözülemeyen bu sözcük, telsizcinin son düşüncesi oluyor.

İbrahim Şinasi Efendi
İbrahim Şinasi Efendi’yi duymuşsunuzdur. Osmanlı Devleti döneminde ilk yerli gazeteyi çıkaranlardan biri… Farklı edebiyat türleriyle ilgilenmiş, Avrupa doğumlu birçok yazı türünü Türkçe ile tanıştıran o olmuş. Her organizma gibi onun da eceli gelmiş, ölmüş. Şinasi’nin kafatası kemiğinde bir tümör var. Sabah, saat altıyı gösterirken birden doğruluyor, etrafına bakınıp hokkayı ve kalemi buluyor. Yakındaki bir kâğıda “Fskmuni” yazıyor, sırtı üzerine düşüyor ve bir daha uyanmıyor. Fskmuni sözcüğünün de herhangi bir anlamı yok.

İnsanlar öldüklerinde gerilerinde bir ömürlük hatıralar, bir ömürlük hatırı sayılır bir iz bırakıyorlar. Ama kimseye yetmez ki bir ömür, daha fazlası gerek, biraz daha fazlası. Bu yedi harfli kelimeler onların, yetmeyen ömürlerinde dünyaya iletmek istedikleri ama beceremedikleri son mesajları… Maalesef şifreleri de elimizde değil o mesajların, çözemiyoruz. 7 harflik sırlardan ibaret o kelimeler. Trajikomik bir durum…

Bu blogu benim dışımda okuyan o diğer kişiye, sana soruyorum: Senin tek kelimelik son mesajın ne olurdu? Bir sır belki. Anlat. Çünkü zamanın tükendiğinde, o mesajı birilerine iletmek istesen de başaramayacaksın. Bir şeyleri yarına erteleme, dünden yapmış ol. Hayat, bir şeyleri daha sonra açıklanmak üzere içimizde saklamak için çok kısa… Planlar yapmak için de çok kısa… Hayat, yaşamak için bile yeterli değil ki.

15 Temmuz 2011 Cuma

Savaşta ve Aşkta Her Yol Mübah

Nice yüzüne bakmaya cesaret edemeyeceğiniz, midenizin bunu kaldırmayacağı cengâverler gördüm; yüzüne bakmaya doyamayacağınız, kıyamayacağınız kızları peşlerinden koşturuyorlardı. Nice zıt kutuplar gördüm; aynı noktada yoğunlaşıp itişmesiz kakışmasız mutlu mesut yaşıyorlardı. Şu upuzun ilk cümledeki, cengâverler kısmını saymazsak, cengâverlerden biri benim. O yüzüne bakmaya kıyılmayacak kızlardan biri de, birinin peşinden koşması kısmını saymazsak, sevgilim. Ama nasıl oldu bu, dünyada nasıl oluyor?

Şu erkekler var ya şu erkekler… Hani kadınlardan zeki olduklarını iddia ediyorlar her zaman. Haklılar… Bir kadının bir erkeği peşinden koşturmak için yapması gerekenler uzay bilimi değil ki. Bir kadının güzel olması, peşinden koşulması için gerek ve yeter koşul. Ayrıca çirkin kadın yoktur, az ayran vardır. Evet, az ayran… Bir erkek yeterince ayran gönüllüyse etkilenmeyeceği kadın yok. Bir kadını etkilemekse kesinlikle çok zor... Bu nedenle erkekler çeşitli, etkili savaş taktikleri geliştirmişler. Bunlardan birini, gözlemleyebildiğim en garip olanını paylaşmak istiyorum.

Herkes sevilmeyi sever. Birinin gözüne hoş görünmek, insanın kendine güvenini arttırıyor, hayata bakışını değiştiriyor çok kez. Size kendinizi güzel hissettiren birilerinin varlığı, moralinizi tavan yaptırıyordur. Haklı mıyım kızlar? Söz gelimi etrafınızda dolaşan bir erkek… Size yakın davranıyor, canınız sıkkınken tek bir “moralim bozuk” mesajınızla tüm gecesini size ayırıyor. Size iltifatlar ediyor. Çok kez güzelliğinizden dem vuruyor. Galiba sizden hoşlanıyor da, ama emin değilsiniz. Yine de siz kadınların içgüdüleri kuvvetlidir, haklı olmalısınız. Ama sizin duygularınız onunkilere benzemiyor. O, sizin için sadece bir arkadaş… Yakışıklı sayılır ama öyle çok da çekici değil. Fena biri demiyorum ama size uygun değil işte… Tipiniz değil. Evet, parola bu: Tipiniz değil.

O size âşık ama siz onu sıradan biri olarak görüyorsunuz. Ta ki o kişinin hayatına biri girene, o kişi bir başka kızın adını söyleyene, hatta arada bir o kıza iltifatlar edene kadar… Erkeklerin en büyük silahı, en etkili taktiği buradan çıkmış olmalı: Uzun süre kızın peşinden koşmak ama aşklarını ilan etmemek, bir süre sonraysa bir başkasıyla ilgileniyor gibi görünmek. Biraz zahmetli ama çok etkili bir yöntem… Kızların zaafı bu: Kendilerine artık değer vermediğini düşündükleri insanlara değer veriyorlar. İstanbul caddelerinin hiç gözde olmayan bekârlarından Kirpi bile (kızları görünce salya akıtmak yerine, ilgisiz kalarak) bu taktikle sevgili bulabilir bence.

Ne dersin? “Kızları Tavlama Sanatı” adlı bir kişisel gelişim kitabı mı yazsam?

14 Temmuz 2011 Perşembe

En Güçlümüz Mikrop

“TÜBİTAK Bilim ve Teknik”teki haberlerden biriydi bu, okumayan için aktarayım: Brezilya’daki tropikal yağmur ormanlarında yaşayan bir mantar türü var. Gerçi işin uzmanı değilim, “fungus” denmiş kaynakta, belki bir memelidir, adı Ophiocordyceps unilateralis. Bu mantar türünün (Gerçi işin uzmanı değ…) inanılmaz da bir yaşam döngüsü var. Bu organizma, marangoz karıncaları zombileştirerek çoğalıyor. Evet, zombi karıncalar!

Karıncalar ağaçtan toprağa, topraktan yuvalarının olduğu ağaca hayatları boyunca gidip geliyorlar. Normal şartlarda bu düzen hiç şaşmıyor. Enfekte olduktan sonraki bir hafta içerisinde tüm vücutları mantar sporları tarafından işgal ediliyor. Fungus, karıncanın merkezi sinir sistemini etkiliyor. Normalde koloniden ve takip ettikleri patikadan hiç ayrılmayan işçiler düzenlerini kaybediyor, zikzaklar çizerek yürümeye başlıyor. Karıncalar nihayet daldan düştüklerinde yerden yaklaşık bir karış yüksekteki yaprakların üstünde bilinçsizce dolaşmaya başlıyorlar. Hasta karıncalar öğlen güneş en tepedeyken çenelerini yapraklardan birinin damarına kenetliyor ve o vaziyette ölüyorlar. Ölüm ısırığı… Her karınca aynı şekilde can veriyor, bu ölüm ısırığıyla. Daha sonra karınlarından bir sap çıkıyor ve sporlar etrafa yayılıyorlar.

Karıncanın ölüm ısırığı ardından
çekilmiş fotoğrafı.
Mikroorganizmalar hayvanın düzenini bozuyor. Kaslarda istemsiz kasılmalara sebep oluyor. Merkezi sinir sistemini ele geçirip kendi planlarına uygun olarak kullanabiliyor. Paragrafın başında yeterince iyi ifade edebildim mi bilmiyorum: Bunlar mikroorganizma… Mikro boyutta organizmalar… Tamam, rakipleri, karınca gibi bize göre çok küçük yaratıklar ama o mikroorganizma için aynı karınca bir dev! Ve bu mikroorganizmalar o devin kontrolünü ellerine alabiliyor.

Bizim beynimiz bir karıncanın sinir ağından çok da büyük ve karmaşık, çok daha güçlü. Fakat küçücük bir virüsle bağışıklık sistemimiz çökebiliyor, küçük bir bakteriyle tuvalet zorunluluğu işkenceye dönüşebiliyor, şekilsiz bir mantarla deriniz size yabancılaşıp bir kurbağanınkine dönüşebiliyor. Bazen birini kendinize rakip olarak görebilirsiniz, bazen o birini rakibiniz olamayacak kadar zayıf da görebilirsiniz. Belki gerçekten daha büyük, daha güçlüsünüz ondan. Fakat ondan üstün olduğunuza emin misiniz? O zaman en iyi davranış herhangi bir kıyaslama yapmamak olur sanırım.

11 Temmuz 2011 Pazartesi

Dost Sayılar

Matematikte “Dost sayılar” diye bir şey olduğunu öğrendim yakın zamanda. Tıp fakültesinde okusam da kendimi bir biyolojiciden çok matematikçi olarak görüyorum. Ama benim de bilmediğim terimlerden biriydi “Dost sayı” terimi. Zaten milyonlarca terim var, Milner sayıları, Albert eşitsizliği, Kokojambo postülatı… Hepsini öğrenmek mümkün değil. Bu sayıları hayatımda bir kez duymuş olmak bile benim için bir şans.

Dost sayılar nedir? A sayısının, kendisi dışındaki pozitif tamsayı bölenleri toplamı S(A)=B; B sayısının kendisi dışındaki pozitif tamsayı bölenleri toplamı S(B)=A sayısı olsun. Bu durumdaki A ve B sayılarına dost sayılar deniyor. Başta, matematikçiler tarafından uydurulmuş yeni bir saçmalık olarak görünebilir size. Ama biraz düşünürseniz eğer… Aslında evet, öyle…

En küçük iki dost sayı 220 ve 284. Kendiniz bölüp toplayıp sağlamasını yapabilirsiniz. Çok uzatmayacağım: İlk 300 sayıda (aslında ilk 17295 sayıda) yalnızca iki tane dost sayı var. Sadece iki tane… Koca bir kalabalık içinde tek bir dost çifti… Kalanlar değersiz ardışıklıklar, zorunlu akrabalıklar, yüzeysel arkadaşlıklar ve yalnızlıklardan ibaret. Bu basit benzetimin evrendeki yerimizi gösterdiğini iddia edemem ama evet, işte evrendeki yerimiz!

Not: 6 sayısı için S(6)=6. Demek 6’nın tek dostu kendisi… Zaten çoğumuz kendi dünyalarımızın 6’larıyız.

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Dünyanın Hakimi


Dinozorlardı bir zamanlar, dünyanın hâkimleri. Güçlü, saldırgan, devasa sürüngenler… Düşünsenize, dünyaya sürüngenler hükmediyordu. Pis, ikiyüzlü, aşağılık sürüngenler… Şaşırıyor insan ilk duyduğunda. (Çünkü bir insanın bunu ilk kez duyuyor olması yaklaşık 5-8 yaşlarına denk geliyor, o yaşlarda her şey şaşırtıcıdır. Ama asıl) şaşırtıcı olan soğukkanlı bir yaratığın, kıtalara imparatorluk etmesi. İnsanlar vardı, henüz zekâlarıyla övünmeyecek kadar zeki olan şimdikinden çok daha üstün yaratıklardı. Ama onlar bile bu devasa düşmanlar karşısında aciz kalıyorlardı.

Ve sonra… Dinozorların nesli tükendikten sonra en az sürüngenler kadar şaşırtıcı olan bir âlemin üyeleri devraldı bayrağı: Kuşlar. “Uçan yırtıcılar” deniyordu onlara ama uçtukları falan yoktu. İstikbal göklerdedir ama gökte mökte değiller yani. Şimdiki deve kuşuna benzeyen, uzun, büyük gagalı, daha güçlü vücutlu, 2 metre boylarında iri yaratıklar. Hiç alınmasınlar, doğruya doğru: Kuş beyinlilerdi, aptallardı yani. Ama güç onlardaydı da. Şimdiki ayıların ve leoparların atalarıyla besleniyorlardı.

Eğer doğal seçilimde seçilmek, bir sonraki nesilde daha çok iz bırakmak üstün olmaksa, bir zamanlar pislik olmak, sürünmek, birilerine sığınmak ama o birilerini sömürmek, o birileriyle beslenmek üstün özelliklerdi. Düşünmemek, düşündürmemek, gökte aramaya zahmet, tenezzül etmeyip yerde bulduğu her şeyi afiyetle mideye indirmek, yemek, yemek, yemek başarının sırrıydı.

Ve şimdi sıra bizde… Sürüngenler ve kuşlar gibi onurlu, asil savaşçılardan kaldı bize bu miras. Şimdi anlam verebiliyorsunuzdur herhalde dünyanın kontrolünün, sömürmek amacıyla onu aptalca kullanan bizlerde olmasına.

4 Temmuz 2011 Pazartesi

Her Şey Yolunda

Mirket… Firavun faresi de deniyor aynı zamanda. (inanması güç ama fare gibi bir hayvan) Küçük boyuttalar, sağ kalmak için, daha doğrusu sağ kalma şanslarını arttırmak için sürüler halinde yaşıyorlar. Sürü halinde yaşayan hayvanları, onlarla ilgili yapılan belgeselleri bilirsiniz. Sürü oldukları vurgulanır vurgulanmaz konu, aralarındaki müthiş sosyal yapılaşmaya geliyor. Evet, bu fareler arasında da üst düzey bir sosyal yapılaşma var.

Bir nöbet tutma sistemleri var mirketlerin. Sürüdeki her birey, kendilerine sıra geldikçe, belli bir süre nöbet tutuyor, gözcülük yapıyor. Gözcüler belli aralıklarla “Sorun yok. Her şey yolunda…” manasında bir ses çıkarıyorlar ve bu yolla sürünün kalanını bilgilendiriyorlar. Gözcülerden birinden ses gelmediği takdirde mirketler, bir tehlike olabileceğini düşünüp temkinli davranmaya başlıyorlar.

Bu yazıyı yazdığım şu sırada sevgilim sınav döneminde, deli gibi çalışıyor (“sevgilim” dedim, beni sevgili olarak seçebilen birinin bir akli dengesi olduğunu mu zannediyordunuz?), haftaya da final sınavına girecek. Bu yüzden çok sancılı bir dönemden geçiyoruz. Çünkü hiçbir zaman “Okumadığım konu kalmadı. Her şey yolunda…” mesajı gönderemiyor beynine. “Bak şunu iyi bilmeme rağmen hemen cevaplayamadım. Sınıf tekrarı yapacağım.” diye düşünüyor sadece. Evet, onun bu kuruntulu hali biraz aşırı bir durum, tabi ki sınıfta kalmayacak, ama aslında birçoğumuz onun gibiyiz. (insanları kastediyorum)

Neden mutlu olamıyoruz? Çünkü hayatta mutsuz olmamıza sebep olacak birçok şey var. Yanlış cevap! Doğru cevap, doğru düşünemiyor olmaktı. Beynimize göndereceğimiz mesajlarımızı seçerken, elimizdeki verileri berbat bir elekten geçiriyoruz. Bu konuda bir firavun faresi bile olamıyoruz. Onlara bakın. Sürüyü genellikle aynı mesajla uyarıyorlar. Sürünün beklentisi bu, almayı beklediği mesaj bu: “Her şey düzgün gidiyor.” Biz insanlarsa her an her saniye “Şöyle bir sorun çıktı!” mesajını duyma beklentisiyle yaşıyoruz. İşte bu yüzden mutlu olmakta, pek de başarılı olamıyoruz.